OTANT�K TA�

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ İKİ

CEVÂHİRNÂME

ÖNSÖZ

Mücevher yapımında ve hastalıkların tedavisinde kullanılan değerli ve yarı-değerli taşlar, asırlardan beri insanoğlunun ilgisini çekmiş ve bunların türlerini, özelliklerini, yontma tekniklerini ve ticarî değerlerini öğrenmek önemli bir sorun olarak görülmüştür. Osmanlılar da bu konuya yabancı kalmamışlar ve değerli ve yarı-değerli taşlar konusunda taş işleme ustalarını, tacirleri ve toplumun diğer kesimlerini aydınlatmak için çok sayıda kitap yazmışlardır.Bilindiği üzere, Osmanlılar Dönemi’nde, bu tür taşlara “Cevher” ve cevherleri tanıtmak maksadıyla yazılmış bilimsel yapıtlara ise “Cevhernâme” veya -“Cevher” kelimesinin çoğulu olan “Cevahir” kelimesinden yararlanılarak- “Cevâhirnâme” adı verilmiştir; “Cevâhirnâme”nin karşılığı olarak, İngilizce’de “Lapidary” ve Fransızca’da ise “Lapidaire”ı kelimeleri bulunmaktadır ve bunlar,

* Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı Doçenti.

** Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı.

1. Lapidaire terimi, Fransızca’da,

(1) Değerli taşların özellikleri hakkında yazılmış risale veya bu risalelerden birinin yazarı,

(2) Değerli taşları yontan işçi ve

(3) Elmasları ve saat parçalarını parlatmaya yarayan dönen taş anlamlarını taşımaktadır; bkz., Çoıillet-Flammarion, Dicüonnaire Usuel, Paris 1963, s.896; ancak bu anlamlardan sadece birincisi, cevâhirnâme terimine karşılık gelmektedir.

Lâtince’de taş anlamına gelen “Lapis”* kelimesinden türetilmiştir. Ayrıca Osmanlılar, cevherleri tanıtan yazarlara veya cevher alım-satımı ve üretimi ile uğraşan kişilere “Cevherî” veya “Ehl-i Cevahir” demişlerdir.

Bu çalışmamız, esasen iki bölümden oluşmuştur; Birinci Bö-lüm’de Yunan, Roma, İslâm ve Osmanlı dönemlerinde, cevherler hakkında yapılmış bazı önemli araştırmalar ana çizgileriyle tanıtılmış ve İkinci Bölüm’de ise, Osmanlı Dönemi’nde yazılmış biri manzum, diğeri ise mensur olan iki cevâhirnâme betimlenmiş ve bu konuya ilgi duyan araştırmacılar tarafından kullanılmaları için metinleri sunulmuştur.

BİRİNCİ BÖLÜM: YUNANLILAR’DAN OSMANLILAR’A CEVÂHİRNÂME TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

Yunan Dönemi

Jeoloji ve mineralojiye ilişkin ilk bilgiler, asırlar boyunca Mısır’daki, Yunanistan’daki ve başka ülkelerdeki maden ocaklarında yapılan kazılar sırasında toplanmıştır.

Ancak jeolojik sorunların, ilk defa Aristoteles’in Meteorologi-ca (Meteoroloji) adlı yapıtında tartışıldığı görülmektedir. Bu da oldukça doğaldır; çünkü Eskiçağ ve Ortaçağ’da, meteoroloji ve jeoloji, birbirinin içine girmiş ve meteorolojik olgular, Yerüstü Rüzgârları ile açıklanırken, jeolojik -ve dolayısıyla mineralojik- olgular, Yeraltı Rüzgârları ile açıklanmıştır.

Aristoteles’e göre, sürtme ve çarpma sonucunda ısınmış olan Yeraltı Rüzgârları, toprak ve su gibi temel unsurları etkileyerek madenlerin, yani metallerin ve taşların oluşumu sağlamıştık.

Plinus (M.S. 23-79), Naturalis Historia (Doğa Tarihi, M.S.77) adlı tanınmış yapıtının değerli taşlara ve metallere ilişkin olan

2. Bu kelimenin Yunanca karşılığı ise “Lithos”tur; bkz., H.G. Liddell ve R. ScottM Greek-English Lexicon, Oxford 1937, s.1048-1049.

3. George Sarton. A History of Science, Aneleni Science Through the Golden Age of Greece, Londra 1953, s.558-559.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 3

XXXVII. Kitab’ında, bu alanda otorite olan yirmi Yunanlı yazarın adını anar. Ancak bu yazarlar arasında, bilim tarihi açısından en önemli olanı, hiç kuşkusuz ki De Lapidibus (Taşlar Üzerine) adlı küçük bir incelemenin sahibi olan Theophras-tos’tur.

Aristoteles’in en ünlü öğrencisi olan Theophrastos, yaklaşık olarak M.Ö. 372 yılında Lesbos Adası’ndaki Eresos’ta doğmuştur. Atina’da öğrenim görmüş ve önce Platon’un (Yaklaşık M.Ö. 428/ 427-348/347) ve sonra hem üstadı ve hem de dostu olan Aristoteles’in (M.Ö. 384-322) mektebinde bulunmuştur. Aristoteles, Atina’dan ayrıldığında (M.Ö. 323), onun yerine geçmiş ve Aristoteles-çi Mekteb’in önderi konumuna yükselmiştir. Yaklaşık M.Ö. 287 yılındaki ölümüne değin bu mektebin sözcülüğünü yapmış ve Dioge-nes Laertius’un (3. yüzyıl) Peri Bion Dogmaton Kai Apophthegma-ton Ton En Philosophia Eudokimesanton (Meşhur Filozofların Yaşamları, Öğretileri ve Deyişleri Üzerine) adlı Yunan felsefesi tarihinde bildirdiğine göre, seksen beş yaşında vefat etmiştir.

Theophrastos’un bilim tarihi açısından en önemli iki yapıtı bitkilerle ilgilidir ve bunlardan biri Peri Phyton Historia (Bitkilerin Tarihi Üzerine) ve diğeri ise Peri Phyton Aition (Bitkilerin Nedenleri Üzerine) adlarını taşır. Bu yapıtlar, ardılları olan bitki-bilimci-ler tarafından, Theophrastos’un, bütün dönemlerin en büyük botanikçilerinden birisi ve botanik biliminin kurucusu olarak değerlendirilmesine yol açmıştır.

En iyi tanınan ve en çok kullanılan yapıtı ise, 30 çeşit karakteri betimlediği Kharakteres Ethikoi’dir (Halkların Karakterleri). Bilindiği üzere bu yapıt, sonraki dönemlerde oldukça etkili olmuş ve 17. yüzyıl Fransız düşünürlerinden ve eleştirmenlerinden Jean de La Bruyere (1645-1696), Les Caracteres de Theophraste traduits du grec avec les caracteres ou les moeurs de ce siecle (Theophrastos’un Yunanca’dan Çevrilmiş Karakterler’iyle Birlikte Bu Yüzyılın Karakterleri veya Gelenekleri, 1688) adlı tanınmış yapıtında,

Kharakteres Ethikoi’mn çevirisine bazı ekler yapma gereksinimi duymuştur*.

Physikon Doksai (Fizikçilerin Kanıları) adlı başka bir yapıtında ise, Theophrastos, Yunan filozoflarının düşüncelerini ayrıntılı bir biçimde betimlemiş ve tanıtmıştır.

Bunların dışında, döneminin diğer düşünürleri ve bilginleri gibi, Theophrastos da çeşitli alanlarda çok sayıda kitap yazmıştır. Birincil Önermeler, Doğa Felsefe sindeki Sorunlar, Astronomi Tarihi, Aşk, Meteoroloji, Sara, Hayvanlar, Hareket, Yasalar, Kokular, Şarap ve Yağ, Atasözleri, Su, Ateş, Geometri Tarihi*, Uyku ve Rüyalar, Erdem, Buluşlar, Müzik, Şiir, Tanrısal Varlıkların Tarihi, Siyâset ve Gök, Diogenes Laertius tarafından kendisine atfedilen 220 yapıttan sadece birkaçıdır*.

Aslında Aristoteles’in ve Theophrastos’un düşünsel ürünleri, öylesine çeşitli ve öylesine çoktur ki bunların öğrencileri tarafından yazılmış olan birçok yapıt, kuşkusuz ki bu iki yazara mâl edilmiştir; ancak üslup ve fikir benzerlikleri yüzünden böyle çalışmaların Ar’istotelesçi Mekteb’in yapıtları arasında sayılması ve üstadlarla ilişkilendirilmesi normaldir.

Bilim tarihçileri tarafından madenî cevherleri konu edinen ilk inceleme olarak nitelendirilen De Lapidibus adlı araştırma da, ba-zan bu kategoriye yerleştirilmiştir; çünkü üslûp açısından incelendiğinde görülmektedir ki tamamlanmış bir bilimsel yapıttan çok, öğrenciler tarafından tutulmuş ders notlarına dayanan bir derlemeye benzemektedir. Paragraflar oldukça kısadır ve ayrıntılı bir biçimde verilmiş olan bilgilerin hatırlanması maksadıyla yazılmış müsveddelerden ibâretmiş gibi görünmektedir’.

4. Bu yapıt Türkçe’ye de çevrilmiştir; bkz., Theophrastos, Karakterler, Yunanca Aslından Çeviren: Candan Şentuna. Ankara 1998.

5. Astronomi Tarihi ve Geometri Tarihi adlı yapıtları. Theophrastos’un bilim tarihi ile de ilgilendiğini kanıtlamaktadır.

6. Theophrastos, On Stones, İngilizce Yayımı Hazırlayanlar: Earle R. Caley ve John F.C. Richards, Ohio 1956, s.3-4.

7. Theophrastos, s.4. Bilim tarihçilerinden Sarton, taşlara ilişkin ilk bilimsel eserin Theophrastos tarafından yazıldığını belirtmekte ve kısaca şu bilgileri vermektedir: De

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLİLAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 5

Lapidibus, aslında Aristoteles’inmiş. Aristoteles. Doğa’yı oluşturan Âlem’leri, yani Madenler Âlemi’ni. Bitkiler Âlemi’ni ve Hayvanlar Âlemi’ni -Ortaçağ İslâm Dünyası’nda ve dolayısı ile Osmanlı Dünyası’nda bu üç âlemden söz eden ilme “İlm-i Mevâlîd-i Selâse” denilmiştir- aralarında paylaştırmış. Madenler Âlemi ile Bitkiler Âlemi. Theophrastos tarafından ve Hayvanlar Âlemi ise Aristoteles tarafından incelenmiş; bkz.. Sarton, s.559.

Theophrastos, De Lapidibus’da, üstadı Aristoteles’in yolundan giderek, taşlar ve metaller gibi birbirlerinden tamamen farklı olan iki tür madenî cevherin, Cansız Doğa içindeki oluşumlarını açıklamaya çalışır. Taşların toprak kökenli (Arzî) ve metallerin ise su kökenli (Âbî) olduğunu düşünür. Taşlar arasında Cansız Dünya’nın harikaları olan değerli taşlara, yani cevherlere özel bir önem atfeder. Yapıtının büyükçe bir kısmı, yaklaşık dörtte biri bunlarla ilgilidir ve sonraki araştırmacılar daha çok bu kısımdan yararlanmıştır. Cevherleri betimlerken, genellikle ağırlık, renk, saydamlık, parlaklık, kırılganlık, eriyebilirlik ve sertlik gibi fiziksel özellikleri kullanmıştır. Ayrıca, bazı cevherlerin bulunabileceği yerleri ve satılabilecekleri fiyatları göstermiştir. Yapmış olduğu betimlemeler, birçok taşın tanınması için yeterlidir; bunlar arasında kaymak taşı, ametist, amber, zümrüt, lâ’l, lâciverd, yeşim, akik, billur, bakır taşı, mıknatıs ve hematit gibi taşlar da bulunmaktadır; ancak diğer birçok taşın ne oldukları bilinmemektedir; meselâ “Adamas” adlı bir taşın nitelikleri sıralanırken, ateşten etkilenmediği söylenmektedir; buna göre adamas, elmas olabilir; ancak yine de, bu hususta kesin bir şey şey söylemek mümkün görünmemektedir.

Theophrastos’un bilgi birikimi, Dünya’nm dörtte birlik kısmından, yani Akdeniz’i çevreleyen Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarından gelmiştir ve çoğu, çok eski dönemlerde, muhtemelen Babilliler ve Mısırlılar ve hatta tarih-öncesi kavimler tarafından üretilmiştir. Bu nedenle bazı akıl-dışı veya bilim-dışı anlatımlarla karşılaşmak olasıdır ve bu anlatımlar, genellikle taşların büyüleyici ve iyileştirici özelliklerinin sıralandığı yerlerde, gerçekle olan ilintilerini iyiden iyiye kaybederler. Ancak bir bütün olarak yapıt, dikkati çekecek ölçüde aklî ve ilmîdir. Ulaşmış olduğu sonuçlardan bazıları doğrudur. Meselâ Theophrastos, incilerin istiridyeler tarafından salgılandığını ve mercanların denizde yetiştiklerini bilmektedir.Theophrastos, De Lapidibus”da madenlerin ve özellikle de değerli taşların oluşumunu şöyle açıklar:

“Yerde oluşan cevherlerin bazıları sudan ve bazıları ise topraktan varlığa gelir. Maden ocağından çıkarılan altın, gümüş ve diğer metaller sudan, içinde değerli taşların da -cevherlerin- bulunduğu taşlar ise topraktan gelir… Metaller başka bir yerde tartışıldığı için, şimdi taşlar hakkında konuşalım.

Genellikle şurasını göz önünde bulundurmamız gerekir ki taşların hepsi, bir akma veya bir sızmanın sonucu olarak an ve türdeş bir maddeden oluşur veya yukarıda açıklandığı gibi, diğer bir yolla ayrışmış maddeden oluşur. Çünkü muhtemelen bazıları, bu yollardan biriyle, bazıları diğeriyle ve nihayet bazıları da başka bir yolla meydana gelir. Bu nedenle taşlar pürüzsüzlüklerini, yoğunluklarını, parlaklıklarını, saydamlıklarını ve bunlara benzer diğer niteliklerini kazanırlar ve ne kadar arı ve türdeş iseler, nitelikleri o kadar belirgin olur. Genelde, nitelikler, taşların biçimlenmesi ve katılaşmasın-daki kesinliğe göre oluşur.

Bazı nesneler sıcaklık tarafından ve diğer bazı nesneler ise soğukluk tarafından katılaştınlır…”»

İnci ve mercan hakkında ise şu bilgileri verir:

“İnci: Seçkin taşlar arasında, başka bir tane daha vardır ki inci diye adlandırılır; bu, doğası gereği yarı saydamdır ve değerli gerdanlıklar bundan yapılır. Bir istiridyede oluşur ve pirinaya benzer (Ancak ondan daha küçüktür. İncinin büyüklüğü, büyük bir balık gözünün büyüklüğü kadardır); Hindistan’daki ve Kızıldeniz’deki bazı adalarda çıkarılır. Bunlar, ender mükemmellikteki taşlardan sayılırlar.”

“Mercan: Bir taşa benzeyen mercanın rengi kırmızıdır ve bir kök gibi yuvarlaktır; denizde yetişir. Ve bir bakıma, taşlaşmış Hint kamışı, doğası itibariyle mercandan çok farklı değildir. Fakat bu başka bir araştırma konusudur”^.

Taşlarla ilgili bazı işlemleri de anlatmıştır:

“Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, bazı taşlar da herhangi bir işleme boyun eğmeme gücüne sahiptir; meselâ, demir araçlarla değil, sadece diğer taşlarla kesilebilirler. Umumiyetle daha büyük taşlan işleme yöntemlerinde büyük bir farklılık vardır; çünkü bir kısmı doğranabilir, bir kısmı oyulabilir ve nihayet diğer bir kısmı ise, Manisa Taşı’» gibi bir torna tezgâhı üzerinde yuvarlaklaştırılabi-lir. Görünümü olağanüstüdür ve bazı kişiler, gümüşle hiçbir ilişkisi olmamasına karşın, ona benzemesine hayret ederler””.

Öyle anlaşılmaktadır ki Theophrastos’un De Lapidibus’u, Eskiçağ ve Ortaçağ’da yazılan bütün cevâhirnâmeleri büyük ölçüde etkilemiştir.

Roma Dönemi

Bu dönemin önde gelen doğa-bilginlerinden ve düşünürlerinden Plinius da bu konuyla ilgilenmiş ve yukanda da belirtildiği üzere, Naturalis Historia adlı tanınmış eserinin XXXVII. Kitab’ını değerli taşlara ayırmıştır. Bu bölümü yazarken, Plinius’un, De Lapidi-bus’n ve döneminde okunan diğer cevâhirnâmeleri kullandığı görülmektedir. Ancak Theophrastos ve Plinius’un yapıtları arasında yapılacak küçük bir karşılaştırma, De Lapidibus’un bilim tarihi açısından çok daha önemli olduğunu göstermeye yetecektir; çünkü, Plinius’un bilgisi, Theophrastos’un bilgisinden daha fazla olabilir, ama Theophrastos’un bilgisi, Plinius’un bilgisinden daha bilimseldir^.

Bilindiği üzere, Naturalis Historia, otuz yedi kitaptan oluşur ve Eskiçağ’da üretilen doğa-bilimleri ile ilgili bütün bilgileri derler».

10. Mıknatıs.

11. Theophrastos, s.53-54.

12. Sarton, s.559-561.

13. Naturalis Historia’nm içeriği kabaca şöyledir: Birinci Kitap: Yapıtın yazılışı sırasında yararlanılan yazarların ve yapıtların adları ve sonraki otuz altı kitapta yer alan konuların ayrıntılı bir dökümü. İkinci Kitap: Kozmoloji ve astronomi. Üçüncü ve Altıncı Kitaplar: Genel coğrafya. Yedinci Kitap: İnsan ve insanın yaratıları. Sekizinci ve On Birinci Kitaplar: Hayvanlar. Beslenmeleri, üremeleri ve bunlardan elde edilen ürünler ve iktisadî değerleri. İnsan ve hayvanların karşılaştırmalı anatomisi, fizyolojisi ve morfolojisi. Burada bulunan bilgilerin çoğu Aristoteles’ten alınmıştır. On İkinci ve On Dokuzuncu

Yapıt, sonraki dönemlerde çok beğenilmiş ve hem biçim hem de içerik açısından taklit edilmiştir. Meselâ el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ı ile Ahmed-i Bîcân’ın Dürr-i Meknûn’u gibi İslâmî yapıtlar bile, Naturalis Historia’nm İslâm Dünyası’ndaki türevleri olarak görülebilir.

İslâm Dönemi

Ortaçağ İslâm Dünyası’nda “Mevâlîd-i Selâse” (Üç Çocuk) olarak adlandırılan, Madenler Âlemi, Bitkiler Âlemi ve Hayvanlar Âlemi, sırasıyla mineraloji (maden-bilim), botanik (bitki-bilim) ve zooloji (hayvan-bilim) bilimleri tarafından incelenmiş olmasına karşın, bu bilimleri ve bu arada mineralojiyi, müstakil bir alan olarak düşünmek oldukça güçtür; çünkü meselâ mineraloji alanına sokulabilecek bilimsel yapıtların, mineralojinin dışında (veya bununla bağlantılı olarak), simya (veya kimya), metalürji, jeoloji, tıp ve sihir gibi en az beş alanla daha yakın bir ilişkisi bulunmaktadır.

Müslümanlar, 8. yüzyıldan başlayarak, taşlar ve metaller konusunda kendilerinden önce yazılmış olan bilimsel yapıtları lisanlarına çevirmişler ve kullanmışlardır. Yunan, İran ve Hint uygarlıkla-rıyla bağlantı kurdukları bu dönemde, özellikle Sokatos, Xeuskra-tes, Bolos Demokritos, Trallesli Alexandrios, Dioscorides, Galenos ve Tyanah Apollonios gibi Yunanlı yazarlardan büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Fakat Müslüman doğa-bilginleri tarafından yazılan cevâhirnâ-melerin biçimini ve içeriğini belirleyen en önemli ve en etkili iki çalışmadan birisi 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Kitâb el-Ahcâr (Taşlar) ve diğeri ise Kitâb Sırr el-Esrâr’dır (Gizlerin Gizi)’*; her iki yapıt da, Eskiçağ’ın son dönemlerinde etkili olmaya başlayan

Kitaplar: Bitkiler. Tarım, tarım yöntemleri ve araçları, ekim ve dikimi yapılan bitkiler, zeytin, pamuk, keten ve üzüm gibi bitkilerin iktisâdi değerleri, sebzecilik ve şarapçılık. Burada bulunan bilgilerin çoğu ise. Theophrastos’tan alınmıştır. Yirminci ve Yirmi Yedinci Kitaplar: Nebatî İlaçlar. Yirmi Sekizinci ve Otuz İkinci Kitaplar: Hayvanî İlaçlar. Otuz. Üçüncü ve Otuz Yedinci Kitaplar: Madenler: Metaller ve Taşlar; bunların üretilmesi ve çeşitli alanlarda kullanılması.

14. Bu yapıtın Roger Bacon tarafından Secretum Secretorum başlığı altında yapılan Latince çevirisi Avrupa’da çok meşhur olmuştur.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 9

Acemce, Süryânîce ve Yunanca kaynaklardan yapılmış birer derleme görünümündedirler ve dönemlerindeki Aristoteles Mektebi’nin mineraloji konusunda yapmış olduğu araştırmaların küçük bir kısmını içerirler; esasen metallerin ve taşların büyüsel özellikleri ile ilgilidirler”.

9. yüzyılda yaşamış Mu’tezile mütekellimlerinden meşhur Ebû ‘Osman el-Câhiz (Doğumu 767-777 yılları arası-Ölümü 869), Kitâb el-Tebassur bi’l-Ticâre (Ticâret Üzerine Düşünceler) adlı yapıtında, ziynet eşyası, mücevherler ve ıtriyat gibi değerli ticarî malların, yapımı ve alım-satımı konularını incelemiştir’*.

Bu yüzyılın önde gelen düşünürlerinden ve bilginlerinden olan ve Araplar arasında “Feylesofu’l-‘Arab” (Arap Filozofu) lakabıyla tanınan Ebû Yûsuf Ya’kûb ibn İshâk el-Kindî’nin (801-873), değerli taşlarla ilgili iki eseri mevcuttur ve bunlardan birisi Risale fi Enva’ el-Cevâhir el-Semîne ve Gayrihâ (Değerli ve Değersiz Taşların Türleri Hakkında Risale) ve diğeri ise Risale fi Enva’ el-Hicâre ve el-Cevâhir (Taşların ve Değerli Taşların Türleri Hakkında Risale) başlığını taşımaktadır.

Ayrıca el-Kindî, metalürji ve kılıç yapma sanatı üzerine önemli bir risale daha yazmıştır ki Risale fî Enva’ el-Suyûf el-Hadîd (Demir Kılıçların Çeşitleri Üzerine) adlı bu eser, konusunda yazılmış ilk Arapça eserdir.

Daha sonraki dönemlerde, bu çalışmaları, Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin, Ebû Bekr Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî’nin, İh-vânü’s-Safâ’nın ve Muhammed ibn Ahmed el-Temîmî’nin çalışmaları izlemiştir.

10. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve İhvânü’s-Safâ’ adıyla tanınan İsmâ’îlî eğilimli dinî-felsefî birliğin üyeleri de bu konuyla ilgilenmişlerdir. Eskiçağ’da ve Ortaçağ’da yaşayan düşü-

15. Bu yapıtlar ve İslâm Dünyası’nda kullanılan diğer yapıtlar konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz.. Seyyed Hossein Nasr, Islamic Science, An lllustrated Study, Kent 1976, s.52-54 ve Seyyed Hossein Nasr, Science and Civilization in islam, Massachusetts 1968, s.110 ve 116.

16. Ramazan Şeşen, “Câhiz”, TDVİslâm Ansiklopedisi, Cilt 7. İstanbul 1993, s.22.

10 –

17. T.J. De Boer. “İhvânü’s-Saf┑, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5/2, İstanbul 1988, s.946-947.

18. Zülfikar Tüccar, “Dîneveıi. Nasr b. Ya’kûb”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9. İstanbul 1994.S.359.

19. Ayrıntılı bilgi için bkz., Georges C. Anawati, “Arabic Alchemy”, Encyclopedia ofthe Historv of Arabic Science, Editör: Roshdi Rashed, Cilt 3, Londra 1996. s.867-869.

nürlerin ve bilginlerin ürettikleri bilgi birikimini derlemek ve kendilerine özgü İslâm anlayışları çerçevesinde yeniden yorumlamak isteyen İhvânü’s-Safâ’ üyeleri, 52 risaleden oluşan el-Resâ’il (Risaleler) adlı büyük bir yapıt derlemiş ve bu yapıtın risalelerinden birini madenlere ayırmıştır”.

Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin (Ölümü 1020?), Hukka el-Cevâhir fî el-Mefâhir (Övünülecek Cevherler Kutusu) adlı bir eseri mevcuttur’* ve muhtemelen değerli taşlarla ilgilidir.

El-Temîmî’nin Kitâb el-Mürşid’i, metaller ve taşlar konusunda yazılmış büyük bir eserdir ve sonraki doğa-bilginleri tarafından bolca kullanılmıştır.

Bilindiği üzere, büyük düşünürlerden ve hekimlerden Ebû Bekr Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî (864-930), simya ile ilgili çalışmalarını Sırr el-Esrâr (Secretum Secretorum) adlı yapıtında toplamış ve burada cevherleri, madenî, nebatî ve hayvânî olmak üzere üçe ayırdıktan sonra, madenî cevherleri altı sınıfa bölmüştür:

(1) Ruhlar

(2) Cesedler

(3) Taşlar

(4) Zaçlar

(5) Borakslar

(6) Tuzlar

Ona göre, civa, nisadır ve kükürt gibi cevherler, birer ruh, altın, gümüş ve bakır gibi cevherler birer cesed ve nihayet, elmas, yakut ve fîrûze gibi cevherler ise birer taştır ve bunlardan herbiri farklı bir fiziksel sürecin sonunda oluşmuştur’?.

Değerli ve değersiz taşlara ilişkin en seçkin yapıtlar ise, el-Bîrûnî ile İbn Sînâ’nın kaleminden çıkmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 11

George Sarton tarafından bütün dönemlerin en büyük bilginlerinden birisi olarak nitelendirilen» Ebû el-Reyhân Muhammed ibn Ahmed el-Bîrûnî de (973-1061?) bu konuyla ilgilenmiş ve Kitâb el-Cemâhirfî Ma’rife el-Cevâhir (Cevherlerin Bilgisi Hakkında Bilginlerin Kitabı) adını taşıyan yapıtında, metallerin ve taşların ayrıntılı betimlemelerini ve özgül ağırlıklarını vermiştir^.

Ortaçağ İslâm Dünyası’nda mineraloji hakkında yazılmış en iyi yapıt olarak görülen ve 1043 yılında Gazneli hükümdarı Sultân Mevdûd’a sunulan bu yapıt, iki bölümden oluşmuştur.

Birinci Bölüm, bir fasıl ile on beş “tervîh”e (dinlendirme) ayrılmış ve burada dengeli bir siyasî ve iktisadî hayat için sağlıklı bir mübadele sisteminin şart olduğuna temas edilmiştir. El-Bîrûnî’ye göre, böyle bir sistemin düzenli bir biçimde işleyişine mani olan iki sebep mevcuttur ve bunlardan birisi kalpazanlık, diğeri ise insanlardaki biriktirme hırsıdır. Bunlar devlet tarafından önlenmedikçe, maliyeyi düzetmek mümkün değildir.

İkinci Bölüm ise bir fasıl ile iki makaleye ayrılmış ve öncelikle bu yapıtın yazılması sırasında yararlanılan kitaplar tanıtılmıştır. Bunlar arasında, el-Kindî’nin günümüze ulaşmayan Risale fî Enva’ el-Cevâhir ve el-EşbâhP, Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin Hukka el-Cevâhir fî el-Mefâhir ve ayrıca yanlış olarak Aristoteles’e nisbet edilen Kitâb el-Ahcâr* da bulunmaktadır. Sonra Birinci Makale’de taşlar ve İkinci Makale’de ise metaller ayrıntılı bir biçimde tanıtılmış ve bunlardan bazılarının özgül ağırlıkları belirlenmiştir».

Madenlerin oluşumu açıklanırken, geleneksel Kükürt-Civa Kuramı kullanılmıştır; ancak simyagerler eleştirilmiş ve bakır ve gümüş gibi metallerin bir takım simyevî işlemlerle altına dönüştürülmesinin olanaksız olduğu belirtilmiştir.

20. George Sarton, Introduction to the History of Science, Cilt 1, Baltimore 1927, s.707. El-Bîrûnî’ye ilişkin mükemmel bir tanıtım için bkz., Günay Tümer, “Bîrûnî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1992, s.206-215.

21. Nasr, 1968, s.l 12.

22. Bu eserin, yukarıda adlan verilen iki eserden biriyle bağlantısı olabilir.

23. El-Bîrûnî, bu eserin Aristoteles’e âit olamayacağını söylemektedir.

24. El-Bîrûnî’nin bu yapıtına ilişkin olarak bkz., Günay Tümer. “el-Cemâhir”, 773V İslâm Ansiklopedisi. Cilt 7, İstanbul 1993, s.295-296.

12

Bilindiği üzere, Ortaçağ’da yürürlükte bulunan Aristoteles Fiziği çerçevesinde geliştirilmiş olan bu Kükürt-Civa Kuramı’na göre, her şey gibi, madenler de 4 unsur veya öge olarak adlandırılan toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur ve Yer’in derinliklerinde, bu 4 unsur tarafından oluşturulan kuru buğular (kükürt) ve yaş buğular (civa), farklı oranlarda birleşerek ve basınç da dahil olamak üzere farklı koşullardan etkilenerek, çeşitli metalleri ve değerli taşları meydana getirmişlerdir.

Madenlerin özgül ağırlıklarının belirlenebilmesi için piknomet-reye benzeyen bir alet geliştiren el-Bîrûnî, bu aletle çok sayıda ölçüm yapmıştır. Bu ölçümler esnasında, alet su ile doldurulmuş ve özgül ağırlığı istenen cisim bunun içine daldırılmıştır. Taşan su, aletin taşma borusundan başka bir kaba iletildiği için, buradan alınarak duyarlı bir terazi ile tartılmış ve sonra cismin özgül ağırlığı kolaylıkla belirlenmiştir.

El-Bîrûnî bu konudaki çalışmalarını 8 farklı metal, 15 farklı taş ve 6 farklı sıvı üzerinde yürütmüş ve metallerden altın ve civayı, taşlardan ise zümrüt ve kuartsı ölçüt alarak bazı metal ve taşların özgül ağırlıklarını belirlemiştir. El-Bîrûnî’nin bulduğu değerlerle çağdaş değerler karşılaştırıldığında aralarında büyük bir yakınlığın bulunduğu görülmektedir.

El-Bîrûnî’ııin        Bulduğu Değerler                       Çağdaş Değerler

Metaller Altına Göre        Civaya Göre

Altın      (19,26) 19,05    19,26

Civa      13,74    (13,59) 13,59

Bakır     8,92      8,83      8,85

Pirinç    8,67      8,58      8,4 (Yaklaşık)

Demir    7,82      7,74      7,79

Kalay    7,22      7,15      7,29

Kurşun   11,40    11,29    11,35

Taşlar    Zümrüte Göre    Kuartza Göre

Safir      3,91      3,76      3,90

Yakut    3,75      3.60      3,52

Zümrüt  (2.73)   2.62      2,73

İnci       2,73      2,62      2,75

Kuartz   2,53      (2,58)   2,58

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 13

25. Ayrıntılı bilgi için bkz., Aydın Sayılı, “Doğumunun 1000’inci Yılında Beyrunî”, Beyrunî’ye Armağan, Ankara 1974, s.23-27; Sayılı^bu çalışmasında, yararlanmış olduğu kaynakları belirtmemiştir.

26. Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, İkinci Baskı, Ankara 1998, s.l98’den naklen.

El-Bîrûnî, suyun sıcak veya soğuk olmasının, özgül ağırlığı etkilediğini söylemiş ve yapmış olduğu deneyler sonucunda sıcak ve soğuk su arasında 0,05 oranında bir farkın bulunduğunu belirlemiştir; ancak bu dönemde, günümüzde kullanılanlara benzeyen bir ısı belirleme aleti, yani termometre olmadığı için, hangi derecede ne kadar fark olduğunu tesbit edemememiştir; dolayısıyla verilen değerleri niceliksel olarak değerlendirmek mümkün değildik.

Kitâb el-Cemâhir fî Ma’rife el-Cevâhir’de, değerli taşlardan yakut başta olmak üzere, safir, elmas, korindon, zümrüt, akik, oniks, billur, yeşim, magnetit, serpantin, fîrûze, mercan, inci ve cam hakkında bilgiler verilmiştir. Zümrüt ve yeşimle ilgili gözlem ve deneyleri, el-Bîrûnî’nin bilim anlayışını sergilemesi açısından oldukça önemlidir. Zümrütün yılanların gözünü kör ettiğine ve yeşimin yağmur yağdırmakta etkili olduğuna ilişkin yaygın inançları, yapmış olduğu deneylerle çürütmüştür.

Meselâ yeşimle ilgili olarak şunları söylemektedir: Yeşim taşı, merkezi Ahma olan Hoten bölgesindeki iki vadiden çıkar. Bu vadilerden birine Kâş, diğerine ise Karâkâs denir. Rivayete göre, yeşime veya bu taşın bir cinsine “Galebe Taşı” adı verilir; çünkü, Türkler kılıçlarını, kemerlerini ve atlarının eğerlerini, muharebede galibiyete ulaşmak için, bu taşla süslerler. Diğer milletler de bu konuda Türkler’e uymuşlardır. Nasr, bu taşın özellikleri hakkında şunları belirtir: Bu taş, firuzeden daha serttir; rengi, süt rengine benzer; seller, bu taşı, dağlardan Türklerin ülkesindeki Sû denen bir vadiye getirirler^.

Muhtemelen, Meteorologica’mn Üçüncü Kitab’ının sonunda, Aristoteles, açıkça Peri Metallon (Metaller Üzerine) veya Peri Lit-hon (Taşlar Üzerine) adında bir eser yazacağını söylediği için, Ortaçağ Hıristiyan Dünyası’nda, De Congelatione et Conglutinatione Lapidum başlığını taşıyan ve madenlerin oluşumuyla ilgili ayrıntılı

14

bilgiler veren bir eserin, Aristoteles’in yazılarının bir bölümü olduğuna inanılmış ve genellikle Liber de Mineralibus Aristotelis adıyla Meteorologica’mn Dördüncü Kitabı’nın sonuna eklenmiştik.

Ancak bugüne değin, taşlara ilişkin bir eser yazdığı kanıtlana-madığı için, tarihçiler, Aristoteles’in Meteorologica’da vermiş olduğu sözü tutup tutmadığı konusunda kuşkuya düşmüşlerdir. Bazıları hiç duraksamadan, bunu Aristoteles’e yakıştırmışlar ve diğer bazıları ise, metnin çok sayıda Arapça özel isimler içermesinden yola çıkarak, bunun Arapça bir eserin çevirisi olabileceğini düşünmüşlerdir.

Holmyard ve Mandeville adlı bilim tarihçileri, bu sorun üzerinde yapmış oldukları küçük bir araştırma sonucunda, gerçeği ortaya çıkarmışlar ve Liber de Mineralibus Aristotelis m, Ortaçağ İslâm Dünyası’nın en büyük bilginlerinden ve düşünürlerinden İbn Sina’nın (980-1037) Kitâb el-Şifâ’ adlı yapıtının madenî cevherlerin oluşumuyla ilgili “El-Fenn el-Hâmis min el-Tabî’iyyât” (Beşinci Bölüm Doğa Üzerinedir) ve “Fasl fî Tekevvün el-Ma’deniyyât” (Madenlerin Oluşumu Üzerine) başlıklarını taşıyan bölümlerinin kısmen çevirisi ve kısmen de özeti olduğunu göstermişlerdir.

Bilindiği üzere İbn Sînâ, dostu el-Cuzcânî’nin isteğini yerine getirmek için Aristoteles’in bütün yapıtları üzerine genel bir yorum yazmaya girişmiş ve sonuçta Kitâb el-Şifâ’ adlı muhteşem yapıtı ortaya çıkmıştır».

Bilimsel açıdan bakıldığında, İbn Sînâ’nın taşların, kayaların ve dağların oluşumuna ilişkin görüşleri, çok ilginçtirler ve jeolojik olgular üzerinde hayret edilecek ölçüde doğru bir kavrayışa sahip olduğunu gösterirler. Benzer değerlendirmeler, madenlerin doğasına ilişkin kuramları ve özellikle de, simyagerlere ve onların bakır ve gümüş gibi metalleri altına dönüştürme girişimlerine yönelik amansız eleştirileri söz konusu olduğunda da geçerlidir*».

27. Anavvati, s.876-877.

28. Avicennae. De Congelatione et Conglutinatione Lapidum, Being Sections of the Kitâb al-Shifâ’, Yayıma Hazırlayanlar: E.J.Holmyard ve D.C.Mandeville, Paris 1927, s.1.

29. Avicennae, s.ll.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 15

30. Avicennae, s.18-22.

İbn Sina’ya göre, genellikle taşlar, (a) kilin sertleşmesi veya (b) suyun donması sonucunda oluşurlar. Aslında birçok taş, bir cevherden oluşur ki bu cevherde topraklık baskındır ve diğer birçok taş ise başka bir cevherden oluşur ki bu cevherde suluk baskındır.

Kil kurur ve ilkin taş ile kil arasında bir ara-maddeye, yani yumuşak bir taşa ve daha sonra sert bir taşa dönüşür. Bu dönüşüme en uygun olan kil, yapışkan olandır; çünkü şayet yapışkan değilse, taşlaşmadan önce ufalanır:

“Çocukluğumda, Ceyhun Nehri’nin kıyısında, kilden bir tortunun oluştuğunu ve insanların bu tortuyu başlarını yıkarken kullandıklarını görmüştüm; çok daha sonra müşahede ettim ki tortu, yumuşak bir taşa dönüşmeye başlamıştı ve bu yaklaşık 23 yıllık bir süre içinde gerçekleşmişti.”

Akan sudan da, taş oluşabilir ve bunun iki yolu vardır: (a) Damla damla düşerken veya bir bütün halinde akarken su donabilir veya (b) Su akarken kendiliğinden tortu bırakabilir, öyle ki bu tortu, dere yatağının yüzeyine yapışır ve sonra taşlasın.

İbn Sînâ’ya göre, madenî cevherler,

(a) Taşlar

(b) Eriyebilir cevherler, yani metaller

(c) Kükürtler

(d) Tuzlar

olmak üzere, kabaca dörde bölünebilir ve bunun nedeni şudur: Madenî cevherlerden bazıları, özleri bakımından veya düzenlenişleri ve bütünlükleri bakımından güçsüz ve diğer bazıları ise güçlüdürler. Güçlü olanlardan bazıları dövülebilir (Metaller), bazıları ise dö-vülemez (Taşlar); ve yine güçsüz olanlardan bazıları, tuzlu bir doğaya sahiptirler (Tuzlar) ve rutubette kolaylıkla eriyebilirler; diğer bazıları ise yağlı bir doğaya sahiptirler (Kükürtler) ve rutubette kolaylıkla erimezler.

Bütün dövülebilir cevherler, yani metaller erirler; çünkü bunların maddesi âbî (susal) bir cevherdir; öyle ki bu âbî cevher, arzî

16

(topraksal) cevherle öyle sıkı bir biçimde birleşmişdir ki ikisini birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bu âbî cevher, soğuk tarafından dondurulmuş ve daha sonra sıcak tarafından pişirilmiştir. Buna rağmen, dövülebilir cevherler, hâlâ diridirler ve yağlı doğaları nedeniyle donmamışlardır.

Taş türünden olan madenî cevherlere gelince, bunların maddesi yine âbî cevherdir; fakat bunlar soğuk tarafından değil, kuruluk tarafından dondurulmuşlardır, öyle ki bu kuruluk, suyu toprağa dönüştürmüş ve taşları oluşturmuştur. Bunlar yağ içermezler ve bu nedenle dövülemezler.

Nisadır ise bir tuzdur. Tuzlar, arzî olmaktan çok nârîdir (ateş-sel) ve bu nedenle maddenin katı halinden gaz haline geçebilirler. Çok seyrek, ama aşırı derecede ateşli olan sıcak bir dumanla karışmış sudan oluşmuş ve kuruluk tarafından pıhtılaştınlmışlardır.

Kükürtlere gelince, bunların âbî cevherleri, ısının mayalama etkisi altında, doğaları yağlı oluncaya kadar, toprak ve havayla güçlü bir biçimde mayalandırılırlar ve daha sonra soğuk tarafından katı-laştırılırlar3i.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İbn Sînâ’ya âit olan De Mineralibus,

(a) Madenî cevherlerin oluşumunu anlatır ve tamamen Aristoteles Fiziği’ne dayanır.

(b) Değerli taşların türlerine ve özelliklerine ilişkin bilgi vermez.

Mağrib’de, yani Batı İslâm Dünyası’nda da bu konuyla ilgilenen yazarlar olmuştur. Mesleme ibn Vaddâh el-Kurtûbî el-Mecrîtî, Ravda el-Hadâ’ik ve Riyâd el-Hakâ’ik (Bahçelerin Çimeni ve Gerçeklerin Çayırı) adlı yapıtının büyük bir bölümünü madenlere ayırmıştır. Hatta Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn ‘Arabî, Tedbîrât el-İlâ-hiyyefı Islâh Memleket el-İnsâniyye (İnsanlık Ülkesinin Düzeltilmesinde Tanrısal Önlemler) adlı eserinde taşların gizli özelliklerine değinmiştir.

31. Avicennae, s.33-36.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 17

Bu konuya ilişkin çalışmalar, 12. yüzyıldan sonra da sürmüş ve Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî, Nasîrüd-dîn-i Tûsî ve Ebû el-Kâsım el-Kâşânî gibi araştırmacılar tarafından önemli risaleler yazılmıştır.

Bunlardan Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî (Ölümü 1253), cevherlere ilişkin en iyi yapıtlardan biri olarak görülen Ezhâr el-Efkârfî Cevahir el-Ahcâr’mda, geleneksel yönteme uygun olarak, değerli ve yan değerli taşlan ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştık.

Ezhâr el-Efkâr fî Cevahir el-Ahcâr, bir giriş ile yirmi dört bölümden oluşmuştur; Giriş’te cevherlerin oluşum biçimleri, genel özellikleri ve değerleri belirtilmiş ve bölümlerde ise sırasıyla yakut, zümrüt, zebercet, balhaş, benefş, becâdî, elmas, ‘aynü’l-hin, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur ve talk cevherlerine ilişkin bilgiler verilmiştik.

Aşağıda da görüleceği gibi, Osmanlı cevâhirnâme geleneği üzerinde en etkili yazarlardan birisi el-Tîfâşî’dir; çünkü söz konusu yapıtı, 15. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden el-Şirvânî tarafından, iki kere Türkçe’ye uyarlanmış ve birincisi Cevhernâme ve ikincisi ise Tuhfe-i Murâdî adıyla Osmanlı cevherîlerinin kullanımına sunulmuştur.

İslâm Dünyası’nda, daha çok “Hoca Nasîrüddîn” veya “Nasî-rüddîn-i Tûsî” olarak tanınan Nasîrüddîn Ebû Ca’fer Muhammed ibn Muhammed ibn el-Hasan el-Tûsî de (1201-1274)34, SOnraki dönemlerde Müslüman cevherîler ve yazarlar tarafından yaygın bir biçimde kullanılacak bir cevâhirnâme yazmıştır. İlhanlı Sultanı Hülâ-gu Han’a sunulduğu için Tansûhnâme-i İlhanı* olarak adlandırılan

32. J. Ruska, “Tîfâşî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12/1. İstanbul 1979, s.263-264.

33. Bu yapıt, çok sonraları, İtalyan bilginlerinden Biscia tarafından İtalyanca’ya da çevrilmiştir; bkz., Antonio Raineri Biscia, Fior di Pensleri sulle Pietre Preziose di Ahmed Teifasclte, Floransa 1818; bu çalışmada 1906’da Bologna’da yayımlanan ikinci baskısı kullanılmıştır.

34. Daha fazla bilgi için bkz., R. Strothmann ve J. Ruska, “Tûsî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12/2, İstanbul 1988, s.132-134.

35. Terkipteki ilk kelime muhtelif kaynaklarda, muhtelif biçimlerde yazılmıştır; doğrusu “Tensûhnâme”dir; Farsça’da “Tensûh”, “(1) pek az bulunan güzel şey; (2) içinde,

18

bu eser, bir mukaddime ile dört makaleden oluşmuştur; Birinci Makale’de cevherlerin oluşumuna, İkinci Makale’de özelliklerine, yararlarına, zararlarına, değerlerine ve perdahlanmalarına, Üçüncü Makale’de “el-Filizât el-Seb’a” (Yedi Filiz) olarak adlandırılan altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve hâr-ı sînî (Çin Dikeni; bakır-kalay alaşımı) gibi madenlerin çıkarılmalarına ve kullanılmalarına ve nihayet Dördüncü Makale’de ise misk, anber, öd, kâfur, sandal gibi ıtırların, yani hoş kokulu bitkilerin üretilmelerine ilişkin ayrıntılı bilgiler verilmiştir.

Tansûhnâme-i İlhâmnm İkinci Makale’sinde, altmış beşi aşkın cevherin tanıtıldığı görülmektedir; ancak bunlardan temel cevher olarak değerlendirilen yakut ve türleri dışında, zümrüt, elmas, lâ’l, firuze, bîcâde, mervârîd ve akîk daha ayrıntılı, geriye kalan cevherler ise daha yüzeysel incelenmiştir; bu durum, Müslümanların hangi cevherleri daha çok önemsedikleri hususunda bir fikir vermektedir.

Eser, aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlılar Dönemi’nde Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Osmanlı cevherîleri tarafından yoğun bir biçimde kullanılmıştır.

Ayrıca el-Kazvînî, Hamdullah el-Müstevfî, Şemsüddîn el-Ak-fânî, İbn el-Esîr, İbn el-Cevzî ve Dâvûd el-Antâkî gibi kozmoğraf-ya ve coğrafya yazarları da, yapıtlarında bu konuya ayrıntılı olarak yer vermişlerdir.

Bunlardan Zekeriyyâ ibn Muhammed ibn Mahmûd el-Kazvî-nî’nin (1203’e doğru-1283) ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât adlı eserinin, Sufliyyât’tan, yani Ay-altı Evren’den bahseden İkinci Makalesi’nin Birinci Bölüm’ünde, madenler ele alınmıştır. Genel bir tanıtımın ardından, madenler, filizler ve taşlar olmak üzere iki kısma ayrılmış ve Birinci Alt-bölüm’de yedi filiz ve İkinci Alt-bölüm’de ise harf sırasına göre, 125 civarındaki değerli,

çeşitli güzel kokular bulunan yuvarlak kutu” anlamlarına gelmektedir; bkz., Ferit Devellioğlu, Osmanltca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. Baskı, Ankara 1999, s.1081.

36. Muhammed ibn Muhammed ibn Hasan-ı Tûsî, Tensûhnâme-i İlhânî, Giriş ve Açıklamalarla Yayıma Hazırlayan: Seyyid Muhammed Takî Müderris-i Razavî, İkinci Baskı, Tahran 1363/1984.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

19

yarı-değerli ve değersiz taşlar tanıtılmıştır. Oldukça geniş olan bu son alt-bölümdeki bilgilerin büyük bir kısmının, başta Aristoteles ve İbn Sînâ olmak üzere, birçok yazardan derlendiği görülmektedir. Meselâ fildişi ve lâciverd hakkında şunlar yazılmıştır:

“Fildişi: İbn Sînâ demiştir ki fildişi, çıban ve yaralardaki kanın akışını durdurur”38.

“Lâciverd: Aristoteles demiştir ki lâciverd, rehavet veren meşhur bir taştır. Göz pınarları onunla mühürlenirse ve gözlere onunla sürme çekilirse yararlıdır. İbn Sînâ demiştir ki siğilleri düşürür; saçları güzelleştirir ve çoğaltır. Başkaları ise demişlerdir ki lâciverd, uykusuzluğa ve mâlîhulyâya iyi gelir’^.

Hamdullah el-Müstevfî de (1281-1340’tan sonra), tarihçi ve coğrafyacıdır. İlhanlı ve Selçuklu tarihleri açısından önem taşıyan ve el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’mı andıran Nüzhe el-Kulûb (Kalplerin Neşesi, 1340) adlı yapıtının Birinci Bölüm’ünde, Madenler Âlemi, Bitkiler Âlemi ve Hayvanlar Âlemi’ni tanıtırken değerli taşlar hakkında da bilgiler vermiştir^.

15. yüzyılda yaşayan Muhammed ibn Mansûr el-Şîrâzî ise, Ak-koyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın isteği üzerine, Cevâhirnâme adlı Farsça bir eser yazmış ve bu eserinde yirmi değerli madenin oluşumundan, niteliklerinden ve kullanılış biçimlerinden söz etmiştir. Yapıt, Osmanlı Sultanı II. Murâd Dönemi’nde (1421-1451) Türkçe’ye de çevrilmiş ve Osmanlı cevherîleri tarafından kullanılmıştır41.

37. Ayrıntılı bilgi için bkz., el-Kazvînî, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât, Dördüncü Baskı, Kahire 1970, s. 136-159.

38. El-Kazvînî, s.146.

39. El-Kazvînî, s.154.

40. Abdülkerim Özaydın, “Hamdullah el-Müstevfî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 15, İstanbul 1997, s.454-455.

41. Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Tabiî İlimler, Cilt 2, İstanbul 1997, s.206; Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan bir nüshada, eserin adı Kitâb-ı Cevhernâme olarak yazılmıştır; eser, bir mukaddime ile iki makaleden oluşmuştur; Birinci Makale’de, sırasıyla inci, yakut, zümrüt, zebercet, elmas, ‘aynü’l-hirr, lâ’l, firuze, pâd-zehr ve diğer hayvanî taşlar, akik, yakuta benzeyen taşlar, cez’. mıknatıs, senbâde, dehene, lâciverd, mercan, yeşb, billur ve cemest, İkinci Makale’de ise Yedi Filiz konu edilmiştir; bkz., Muhammed ibn Mansûr, Kitâb-ı Cevhernâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 1706.

20

Osmanlı Dönemi

Bilindiği üzere, Osmanlı alimleri, değerli ve yarı-değerli taşları inceleyen ve tanıtan ilim alanını, “İlm-i Cevahir” (Cevherler İlmi) olarak adlandırmışlar ve ‘İlm-i Ma’âdin’in, yani Madenler İlmi’nin bir dalı olarak görmüşlerdir. Müslüman cevherîlerin eserlerini, 15. yüzyılın başlarından itibaren, Arapça’dan ve Farsça’dan yapılan çeviriler yoluyla, Türkçe’ye aktarmışlar ve hem cevâhirnâmelerde ve hem de coğrafya, fizik, metafizik, tıp ve tarih ile ilgili diğer yapıtlarda, cevherleri, geleneksel yönteme uygun olarak tanıtmışlardır.

Bugüne değin yapılan araştırmalara göre, Osmanlı Dönemi’nde ‘İlm-i Cevahir ile ilgilenen ilk araştırmacı, 15. yüzyılın birinci yarısında yaşayan ve daha çok tababet çalışmalarıyla tanınan Muhammed ibn Mahmûd el-Şirvânî’dir«. El-Şirvânî, değerli taşlara ilişkin iki eser yazmıştır ki bunlardan birincisi Cevhernâme ve ikincisi ise Tuhfe-i Murâdî adlarını taşımaktadır.

Değerli ve yarı-değerli taşların tanıtıldığı Cevhernâme, Hicrî 831 (Milâdî 1427) yılı civarında yazılmış ve Timurtaş Bey oğlu Umur Bey’e sunulmuştur. El-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr fî Cevahir el-Ahcâr adlı eserinde olduğu gibi, bir giriş ile yirmi beş bölümden oluşmuştur. Birinci Bölüm’de değerli taşlara ilişkin genel bilgiler verilmiş ve sonraki bölümlerde ise, sırasıyla yakut, zümrüt, zebercet, balhaş, benefş, becâdî, elmas, ‘aynü’l-hirr, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur ve talk taşları ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

El-Şirvânî’nin Giriş’te belirttiğine göre, insan doğası, cevherlere eğilimlidir ve bazıları ilaç olarak kullanmak, bazıları süslenmek veya övünmek ve bazıları ise ticâretini yapmak için bunları biriktirirler; ancak değerlerini bilmezler; iyisini kötüsünden, hâlisini sahtesinden ayıramazlar; taklit ile alırlar ve satarlar. Bundan haberdâr olan sahtekârlar ise, çobansız kalmış bir sürüye saldıran kurtlar gibi,

42. Bütün eserleri için bkz., Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî (İnceleme-Metin-Dizin), Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999, s.6-29.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 21

43. El-Şirvânî, 1999, s.11-16.

Müslümanlar’ın arasına girerler; türlü türlü hilelerle onları aldatırlar ve hâlis olmayan mücevherleri hâlis diye satarlar.

El-Şirvânî bu durumdan çok incinir ve Türkçe’de ‘ilm-i cevahirle ilgili bir eserin bulunmasının yararlı olacağını düşünür; böylece cevherlerin iyileri ve kötüleri bilinecek ve Müslümanlar sahtekârların elinden kurtulacaktır.

Birkaç kere bu konudan bahseden bir kitap yazmaya girişir; ancak karşısına bazı engeller çıkar. Sonra Hicrî 831 yılının Rebî’ü’l-Evvel’inde, Timurtaş Bey oğlu Umur Bey ile sohbet ederlerken, cevherlerden söz açılır ve Umur Bey, kendisine Arapça bir cevhernâme vererek Türkçe’ye çevirmesini ister. El-Şirvânî, bu eseri incelediğinde görür ki eser, Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr adlı yapıtıdır ve çok yararlıdır; ancak gereksiz ayrıntılar ve tekrarlarla doludur. Bunun üzerine bunları çıkararak ve yerlerine muteber cevâhirnâmelerden derlediği yararlı bilgileri ekleyerek yeni bir eser düzenler.

Öyleyse Cevhernâme, el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr’mm bir çevirisi değildir; biçimi korunmuş ama içeriği kısmen de olsa değiştirilmiştik.

Cevherlerin, cinsî kuvveti arttıran maddelerin ve ıtırların tanıtıldığı Tuhfe-i Murâdî ise, Hicrî 833 yılında (Milâdî 1429/1430) Bursa’da yazılmış ve dönemin Osmanlı sultanı II. Murâd’a sunulmuştur. Tuhfe-i Murâdî, daha önce yazılan Cevhernâme’nin genişletilmiş bir biçimidir ve bir giriş ile otuz iki bölümden oluşmuştur. Bu bölümlerde sırasıyla inci, yakut, zümrüt, zebercet, lâ’l, benefş, becâdî, elmas, aynü’l-hirr, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur, mine, çini, kehribar, başka yarı-değerli taşlar, talk, mühre, pelesenk yağı, kum kertenkelesi ve cinsî kuvveti arttıran balıklar, balık dişi ve fil dişi ve ıtırlar ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

Eser yazılırken yine el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr’\ temele alınmış, ancak bunun dışında, dolaylı veya dolaysız yollardan -bunu be-

22

lirlemek oldukça güçtür- kitaptaki sıraya göre, Aristoteles, Apollo-nios, el-Mes’ûdî, Nasîrüddîn el-TÛsî, İshak ibn ‘İmrân, Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî, İbn Zühr, Yuhannâ ibn Mâse, Şemsed-dîn el-Belhî, Ebû Reyhan el-Bîrûnî, Şerîf El-Cevherî, el-Cemâlî, el-Fârâbî, Galenos, Mu’izzüddîn, Hakîm Rûsitîn, Ya’kûb ibn İshak el-Kindî, İbn Cemî’, Amânûs, el-Mâlikî, Zîsokoritos, Kadı Ebû’1-Feth Ahmed ibn Mutarref, Salmoya, İbn Baytar, Ahmed ibn Ebî Hâlid, el-Nârî, el-Temîmî, el-Gâfıkî, Ebû Cürac, Mâsercûyâ, Antî-lûs-ı Âmidî, el-Hûzî, İbn Mâsûye, ‘Ali ibn Ahmed, ‘Ali ibn Muhammed, el-Taberî, el-‘Alâyî, el-Felhemânî, İbn Rıdvan, İbn Rüşd, İbn Hassan ve el-Mesîhî gibi muhtelif kültür ortamlarına mensup kırkı aşkın yazardan da alıntılar yapılmıştık. Bu yüzden, Tuhfe-i Murâdî, cevherler ve diğer maddelere ilişkin muazzam bir bilgi birikimi yansıtmaktadır.

Tuhfe-i Murâdî incelendiğinde görülmektedir ki el-Şirvânî, cevherleri betimledikten sonra, nasıl ve nerede oluştuklarını, türlerini, iyilerini ve kötülerini, özelliklerini, yararlarını ve zararlarını ve nihayet değerlerini bildirmektedir. Aynca taşların cilâlanması ve yapay biçimlerinin imalâtı konusunda da ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ, Beşinci Bölüm’de balhaş, yani lâ’l şöyle tanıtılmıştır:

“Bişinci Bâb Balhaş Ahvâlin Beyân İder: Balhaş, lâ’lün adıdur ve bu bâb iki fasl üzredür.

Evvelgi fasl, balhaş ma’deninde ne tarîk-ıla hâsıl olur ve ne yir-de buhnur, anı beyân ider.

Hakîm Belînâs eydür: “Balhaş ve benefş ve becâdî ve ‘akîk ve dahi bunlara benzer kızıl ve hamrî taşlar her birinün maddeleri ma’denlerinde yâkût olmağa müsta’idlerdür. ‘Avarız ve mevâni’ tanklarında vâki’ olduğı-çun yâkût olmadılar, mizaçlarına ve rutubetlerine ve yübûsetlerine göre Güneş harâretinün te’sîrinden ‘arızî is-ti’dâdlanna göre bağlandılar, taş oldılar. Kimincesi balhaş oldı ve kimincesi benefş ve kimincesi becâdî ve kimincesi ‘akîk ve kimincesi yâbân taşları oldılar ve bundan ma’lûm olan oldur kim cemî’i

44. İzgi, Tuhfe-i Murâdî’mn, Muhammed ibn Mansûr tarafından yazılan Farsça Cevâhirnâme’nin “İlk Türkçe tam tercümesi” olduğunu söylemektedir ki yanlıştır; bkz.. İzgi, Cilt 2. s.206.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

23

taşlarun aslı yâkût durur, kalan taşlar ana tâbi’ dururlar.” Nitekim zikr olundı.

Amma lâ’lün ma’deni: Hoca** eydür: “Lâ’li Bedahşân’a nisbet itdüklerinden ma’deni Bedahşân’dur dimek olmaz. Lâ’li ma’denin-den çıkarduklarından sonra Bedahşân’a getürürler ve anda alurlar, satarlar ve andan sâyir bilâda tefrika iderler. Zira Bedahşân, Hîlân vilâyetindedür ve lâ’l ma’deni Hîlân vilâyetinde Şeknân adlu tağun eteğindedür, ikisinün arasında çok mesâfet vardur.” Hoca cevher-nâmesinde eydür: “Kadîm zamanda lâ’l yoğ-ıdı, sonra bulundı ve bulunduğınun sebebi ol-ıdı ki Hîlân vilâyetinde ol hadd-ile katı zelzele oldı kim lâ’le ma’den olan tağlar yarıldılar, içlerinden böyüklü ve uvaklu lâ’l yumurdaları çıkdı. Uvananı od gibi yanardı. Hiç ki-mesne anı ne olduğın bilmezdi ve ‘avratları boya diyü bireziyle yu-murda ve dahi nesneler boyarlar-ıdı, boyanmadı, kodılar. Kimesne mukayyed olmaz-ıdı ve cevherîler çün-kim bu taşa muttali’ oldılar, hak itdiler, beyzasından ayırdılar, cilasında ‘âciz oldılar. Âhırda merkaşîsâ-yı zehebîle kim ana cevherîler bürünce dirler cilâ virdi-ler, rast geldi, gereğince cilayı kabul itdi, renglü ve sulu ve arı ve şeffaf oldı. Şöyle meşhur ve mergûb oldı kim behremânî veya rûm-mânî yâkût-ıla barâbar alurlar, satarlar-ıdı ve müte’ahhirler çün-kim sonra teftiş itdiler, veznde ve sebâtda ve muhkemlikde yâkût bigi bulmadılar. Rağbetleri ol hadd-ile eksildi kim bahâsı evvelgi bahânun nısfına veya sülüsine indi.” Ve eydürler: “Âl-i Büveyh eyyamında lâ’li yâkût bahâsına ahırlardı ve hem altmış ve yetmiş mis-kâl lâ’l çok bulunurdı.” Ve işitdüm; bu eyyamda Azerbaycan ata-beglerinden Sultân Celâleddîn hidmetine bir böyük lâ’l getürdiler, üzerine geçen pâdişâhlarun adları yazılmış-ıdı. Sonra ol lâ’l Ka’an eline girdiydi. Hâsıl-ı kelâm, Şeknân Tağı’nun eteğinde ma’rûf ve meşhur lâ’lün ma’deni iki durur. Birine Bû’l-‘Abbâsî dirler ve dahi birine Süleymânî dirler ve Çîn vilâyetinün öte ucında Tenâhüm-i Sîn adlu iklîm var-ımış, ol iklîmde dahi lâ’l ma’deni vardur dirler”^.

45. Hoca’dan kasıt, Nasîrüddîn-i Tûsf’dir.

46. El-Şirvânî, 1999. s.132-134; bundan sonra gelen ikinci fasılda ise, lâ’lin türleri, yararları, özellikleri ve değerlerine ilişkin ayrıntılı bilgiler verilmiştir; bkz., el-Şirvânî, 1999, s.134-139.

24

Tuhfe-i Murâdî, sonraki dönemlerde Osmanlı cevherîlerini büyük ölçüde etkilemiş olmalıdır.

II. Murâd Dönemi’nde (1421-1451), Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Tensûhnâme-i İlhânî adlı tanınmış yapıtı, Mustafa ibn Seydî adlı bir kişi tarafından Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Beylerbeyi Karaca Bey’e sunulmuştur; başındaki kayıtta, Tercüme-i Kitâb el-Cevâhir el-Müsemmâ bi-Tensîh-i İlhânî* olarak adlandırılan bu çeviri incelendiğinde, Tensûhnâme-i İlhânî’nin yeniden düzenlenmiş ve kısaltılmış bir uyarlaması olduğu anlaşılmaktadır»; öyle ki bu işlemi yaparken, Mustafa ibn Seydî, orijinal metnin Birinci, Üçüncü ve Dördüncü Makaleler’ini atmış ve yalnızca cevherlerin özelliklerinden söz eden İkinci Makale’sini almıştır; aslında Osmanlı çevirmenlerinin, bu alanda ve diğer alanlarda yapmış oldukları çevirilerde, bu tutumla çok sık karşılaşılmaktadır^.

Çevirmenin Giriş’te bildirdiğine göre, Beylerbeyi Karaca Bey, bu yapıtın Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmesini buyurmuş ve bunun üzerine Mustafa ibn Seydî, cevherlerin türlerini, ağırlıklarını, değerlerini, özelliklerini, yararlarını ve birbirlerine oranla farklılıklarını öğreten bu yapıtı dilimize aktarmıştık.

Meselâ mıknatıs şöyle tanıtılmıştır:

“Mıknatıs Beyânındadır:

Bilgil ki mıknatıs didikleri taş, demüri kapar; ne kadar büyük olursa, ol-mikdâr demüri kapar. Ve ânın ma’deni Deryâ-yı Kul-züm’dedik. Ol deryanın gemisine demürden âlet itmezler ki mıknatıs cezb idüb, helak olmasun diyu ve ânın iyüsi kızıl ve kara olur; şöyle ma’lûm ola.

Hâssiyyet-i Mıknatıs Beyânındadır:

47. “Tensûh” kelimesi, yanlışlıkla “Tensîh” yazılmış olmalıdır.

48. Bir nüshası için bkz., Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 2044/3, s. 56b-66b.

49. Bu çeviride, cevherlerin oluşumunu açıklamaya yönelik fiziksel görüşlerin atılmış olması, bu tutumun doğası hakkında bir fikir vermektedir; Osmanlılar, genellikle kuramsal bilgi ile değil, kılgısal bilgi ile ilgilenmişlerdir.

50. Bkz., Mustafa ibn Şeydi, s. 56b-57a. 51.Kızıldeniz.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 25

52. Bkz., Mustafa ibn Seydî, s. 62a-62b.

53. Dürr-i Meknûn’vm yazıldığı tarihe ilişkin bir kayıda rastlamadık; muhtemelen ¦Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât uyarlamasının tamamlandığı 1453 yılı civarında yazılmış olmalıdır; Türkay, belge göstermeksizin, her iki eserin de 1453’de Gelibolu’da yazıldığını bildirmektedir; bkz., Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, İkinci Baskı, İstanbul 1999, s.23.

Bilgil ki Ebû ‘Ali Sînâ eydür ki bir kimesneye ezilmiş demür içürseler, âna ezilmiş mıknatıs içüreler; ol demüri cem’ idüb, taşra çıkara ve zararını def ide ve dâhî her kîm mıknatısı hail idüb ve eline sürüb, elini bağlu kilide sürse, fîl’l-hâl açıla ve dâhî eğer hâ-tûn-ı hâmil, düşvârlığla toğursa, mıknatısı ayağına bağlasalar, âsân vecihle toğura””.

Değerli taşlarla ilgilenen diğer bir Osmanlı yazan da, Yazıcı-zâde Ahmed-i Bîcân’dır (Ölümü 1466’dan sonra). Ahmed-i Bîcân, el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ından esinlenerek Dürr-i Meknûn* adlı bir eser yazmış ve bu eserin “Hü-kemâ Kavlince Otlar ve Yemişler ve Taşlar Hâssiyetin Bildirir” başlığını taşıyan On Üçüncü Bölümü’nün sonunda, değerli taşlara da yer vermiştir. Burada, sırasıyla elmas, fîrûze, talk, mıknatıs, yakut, lâ’l, inci, zümrüt, mercan ve yeşim olmak üzere toplam on tane değerli ve yan-değerli taşların bazı özelliklerini kısaca bildirdiği görülmektedir:

“Fasıl: Taşlann ‘acâ’ibini bildirir. Evvelâ biri elmâsdır. Cümle katı nesneleri ol deler. Anı kurşun yonar. Elmas ‘ucub etdi. Hakk Te’âlâ Hazretleri benden pek nesne yaratmadı dedi. Hakk Celle ve ‘Alâ ‘ucub edenleri sevmez. Ululuk ana yaraşır. Hâlik-i mahlûk, râ-zık-ı merzûkdur. Pes kurşunu ana havale eyledi. Eğer anı dişin üzerine koşalar, fî’l-hâl çıkara ve ne yerde evren ve bebir ulu yılan olsa, anda elmas vardır. Pes İskender anı çıkardı. Orda bir gözgü eyledi. Yılan ve evren anı görür kör olurdu.

Krûze: Âdeme ferah verir. Her sabah kalksa, pîrûzeye baksa, gözünün nuru arta. Ağulara assı eyler ve tutya dahi olur. Yüzük kaşına koşalar, câzılık kâr kılmaya.

Talk: Bir taşdır ki her kim celb eylese yanar. Oda girse, od anı yakmaya. Buz ile kar ile ovalar. Mürâ’îler anı alırlar, evliyâlanırlar.

26

Mıknatıs: Meşhurdur. Demiri çeker. Hind gemilerine mıknatıs korkusundan mıh vurmazlar.

Yâkût: Bir cevherdir. Bir paresini dilin altına koşan, susuzluğu keser, anın dürüstiti olur. Anı bileyeyim dersen, demir ile bilenir. Hergiz anı düribe almaz ve ana od kâr eylemez.

Lâ’l, inci ve zümürrüd ve mercan, bunlar cevahirdendir. Âdemin gönlünü ferah eyler. Her hâssiyyeti çokdur. Dersek söz uzar.

Yeşim: Bir taşdır. Anı kim götürse, yıldırım oku ana kâr etmeye. Hatâyı kavmi anı götürürlerdi. Dahi yıldırım orda çok olur. Dünyâ’da taşlar çokdur, biz meşhurlarını dedik”*4.

Bilindiği üzere el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât adlı eseri, Osmanlı yazarlarının ilgisini çekmiş ve birkaç kere Türkçe’ye çevrilmiştik. Bu çevirilerden biri de Ahmed-i Bîcân’a aittir ve ‘Acâ’ib el-Mahlûkât (Hicrî 857 veya Milâdî 1453) adını taşır.

Ancak bu küçük çalışma incelendiğinde görülmektedir ki Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ı kısaca özetlemiş ve biçim ve içerik açısından büyük ölçüde değiştirmiştir; bu nedenle, bu eser, bir çeviri olmaktan çok, bir uyarlama görünümündedir.

Bu uyarlamanın Otuz Dördüncü Fasıl’ı taşlara ayrılmıştır ve hemen başında kıymetli taşların ve bunların renklerinin oluşumuna ilişkin bir giriş bulunur:

“Bilmek gerekdir kim taşlar neden hâsıl olurlar. Yir altında çiy ile yağmur cem’ olurlar. Kaçan eczâ’-yi arziyye ile karışmasa ve ma’denün harareti ana irişmese, ol vakt sâgî (?) olub, ağır olur ve tonar. Katı taş olur. Envâ’-ı yevâkîtün ya’ni yakutların ihtilâfına se-beb budur ki eğer ma’denün harareti çok olursa, lâtîf yâkût olur ve eğer ma’denün harareti ânî olursa, mütevassıt olur. Ba’zı taşların

54. Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân, Dürr-i Meknûn (Saklı İnciler), Çevrimyazı ve Notlar: Necdet Sakaogluristanbul 1999. s.102.

55. Bunlar için bkz., A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Dördüncü Baskı, İstanbul 1982, s.28-29 ve s. 110-111.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 27

56. Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’ibu’1-Mahlûkât (Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli Sözlük), Hazırlayan: Osman Yıldız, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1989, s.152153.

57. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.153-156.

58. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.155-156.

59. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.155.

rengi, yılduzlardan olur; meselâ kara taşun rengi, Zühal’den olur; yaşıl taşun rengi Müşteri’den ve kızıl taşın rengi Merrîh’den olur ve sarı taşun rengi Şems’den olur ve gök taşun rengi Zühre’den olur ve alaca taşun rengi ‘Utârid’dendür; ak taşın rengi Kamer’dendür. Eğer Şems’ün harareti, ol yire katı irişürse, katı taş olur ve eğer katı irişmezse, toz olur yâhûd berk olur”*…

Bu girişin ardından, üstübeç, billur, dehene, zâc, sırça, şap, sedef, diş, ‘akîk, kehribar, lâciverd, mıknatıs, kireç, nisadır, yakut, civa, kükürt ve anber gibi maddelerin bazı fizikî özellikleri ile tıbbî ve sihrî yararlarına ilişkin kısa bilgiler verilmiştir”; meselâ yakut şöyle tanıtılmıştır:

“Yâkût: Aslı sudandur; katı taş içinde olur; ma’denün harareti ana irişür, lâtîf eyler. Şöyle olur ki od yakmaz ve temür kâr itmez olur, katılığı sebebinden. Her kim yâkût götürse, tâ’ûn çıkarmaya ve kış eyyamında bardağa koşalar, suyı donmaya”*».

‘Akîk ise şöyle tanıtılmıştır:

‘”Akîk: Her kim götürse, tekebbürlüğün gidere; halîmü’n-nefs eyleye ve bir kimsenün ağzı kokar olsa, bıçağıyla ‘akîki kazıyıp, bir mikdâr dişlerine sürseler, ağzının râyihasın gidere ve kanın kese ve dişlerin ak ede”*’.

Ahmed-i Bîcân’ın ‘Acâ’ib el-Mahlûkât adlı uyarlamasında, cevherlerin ve özellikle de yan değerli taşların tanıtımına daha fazla yer aynlmıştır; ancak yine de el-Kazvînî’nin derlemiş olduğu bilgilerin oldukça küçük bir kısmının aktarıldığı görülmektedir. Nitekim el-Kazvînî 125, Ahmed-i Bîcân ise anber bir yana bırakılacak olursa, toplam 17 taşı ele almıştır.

Bunlann dışında Ahmed-i Bîcân’ın Cevâhirnâme adında manzum bir risalesi daha bulunmaktadır. Bu çalışmanın konulanndan

28

biri olan bu mesnevide, toplam 10 cevherin tıbbî özellikleri bakımından tanıtıldığı görülmektedir*.

Yahya ibn Muhammed el-Gaffârî (Ölümü 1511), Hicrî 917 (Milâdî 1511) yılında, Şehzade Korkud’un yanındaki Piyâle Bey’in isteği üzerine, Nasîrüddîn el-TÛsî’nin Tensûhnâme-i İlhânVû ile Muhammed ibn Mansûr’un Cevhernâme-i Çek’inden (Yeni Cevhernâme) yararlanarak, Yâkût fî Cevher el-Cevâhir el-Ma’âdin^ adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitap, bir giriş ile dört bölümden oluşmuştur. Birinci Bölüm’de, bütün madenlere ve Süflî Âlem’de, yani Ay-altı Evren’de bulunan diğer mürekkep maddeleri oluşturan müf-red maddelere ilişkin bilgiler verilmiş ve İkinci Bölüm’de bunlardan değerli taşların oluşum biçimleri, özellikleri, yararları ve zararları, piyasa değerleri ve cilalanma usûlleri bildirilmiştir; Üçüncü Bölüm’de “Ecsâd-ı Seb’a” (Yedi Cesed) denilen altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun, demir ve hâr-ı sînî (kalay-bakır alaşımı) ve nihayet Dördüncü Bölüm’de ise ıtırların türleri incelenmiştir^. Dolayısıyla eserin sadece ikinci bölümü değerli taşlarla ilgilidir.

Yâkût fî Cevher el-Cevâhir el-Ma’âdin’de taşların veya değerli taşların oluşumunun doğal nedenlere dayandırıldığı görülmektedir ki burası ilgiçtir. El-Gaffârî’ye göre, Yeryüzü’ndeki toprakları sular kapladığında, su toprak zerrelerini yoğurur ve balçığı oluşturur; sonraları doğal ve yapay hararet, balçığın rutubetini alır ve onu sertleştirerek taş hâline koyar. Doğal hararetin kaynağı Güneş’tir; ancak yapay hararetin kaynağı, dolaylı ve dolaysız yollardan yakılan ateştir.

Taşlar başka bir yoldan daha oluşabilir. Güneş ışığı, bir süre toprak üzerine düşerse, oluşan hararet nedeniyle toprak yanar ve bir süre sonra, üzerinden su geçerse erir; sonra orta hararette suyu çeki-

60. Âmil Çelebioglu, “Ahmed Bîcan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul 1989, s.51; bu cevâhirnâme için aşağıya bakınız.

61. İzgi, eserin adını Yâkûtât el-Mehâzin fi Cevahir el-Ma’âdin olarak vermiştir; bkz.. İzgi, Cilt 2. s.207.

62. Orhan Şaik Gökyay, “Kitâb-ı Cevherü’l-Cevâhir”, Prof. Dr. Bekir Küüikoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s.171-174.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ ‘NDE YAZILMIŞ… 29

lir ve ortam bir nedenden ötürü soğursa donar, taş kesilir; değerli taşların çoğu bu yoldan oluşur».

Taşlardaki renklerin oluşumu, bazı yazarlarda olduğu üzere, gezegenlerin uzaktan yaptıkları fiziksel etkilere bağlanmaz. El-Gaf-fârî’ye göre, renklerin başı beyaz ve sonu ise karadır. Diğer renkler, bu iki rengin arasında bulunurlar ve bunların çeşitli oranlarda karışımından oluşurlar. Ayrıca iki renk karışarak üçüncü bir rengi oluşturabilir; nitekim yeşil rengi, san ve mavi renklerinin kanşımından oluşmuştur ve kanşıma giren san ve mavi renklerin miktarına göre, yeşilin tonu değişir; yeşil fıstıkî, zümürrüdî, jengârî (pas yeşili) ve neftî (petrol yeşili) tonlannda olabilir. Değerli taşlann renklerinin farklı olmasının nedeni de, bunları oluşturan balçıklann renklerinin farklı olmasıdır*”. Bu açıklama, Aristoteles’te de bulunmakta ve “Değişim Kuramı” olarak adlandırmaktadır.

El-Gaffârî de, değerli ve yarı-değerli taşlan, diğer Müslüman ve Osmanlı yazarları gibi tanıtır ve meselâ (a) elmas ile (b) mercan hakkında şunları söyler:

(a) Elmas, dördüncü derecede soğuk ve kurudur. Eğer bir adama azıcık yedirseler, helak eder; zira öldürücü ağudur. Üzerinde elmas taşıyan bir kimse, yıldırımdan ve sidik zorundan kurtulur. Eğer gerdanlık yapsalar ve çocuklann boyunlarına taksalar, saradan ve perilerin vereceği zararlardan korunurlar. Eğer doğulmuş elması, diş dansıyla karıştırsalar ve dişe dürtseler, diş ağnsı geçer. Karına bağlasalar, kulunç hastalığına ve mide fesadına faydası olur. Elmasla diğer bütün taşlar delinir.

(b) Mercan, küçük çocuklann boyunlarına bağlandığında, yaramaz gözlerden korur. Mide hastalıklarına, zümrüt gibi iyi gelir. Mercana bakmak gözü kuvvetlendirir. Kalp hastalıklannın ilaçlarından birisidir; kalp zayıflığını, nefes darlığını yok eder. Akan kanları bağlar ve akmayı önler. Dalak ve mide yaralannı iyileştirir. Eğer ağu içmiş bir kimseye, buçuk dirhem doğulmuş mercan içir-seler, çok fayda eder. Mercanı yaksalar ve dişlerin diplerine ve üst-

63.Gökyay,s.l74. 64.Gökyay.s.I75.

30

lerine sürseler, kirini giderir; ak ve berrak eder; diş etlerini güçlendirir. Mercanı kullanmak için bir işlemden geçirirler; yeni bir çömleğin içine koyduktan ve çömleğin ağzını balçıkla sıvadıktan sonra, bir gece boyunca sıcak ocak üzerinde pişirirler ve ondan sonra çıkarıp kullanırlar».

16. yüzyılda yaşayan ve astroloji, cifr ve diğerleri gibi sırrî ilimlerle de ilgilendiği anlaşılan Za’îfî el-Rûmî el-Ma’denî adıyla tanınmış Pîr Muhammed ibn Evrenos» da Cevâhirnâme (1545) adıyla önemli bir eser yazmıştır; bu eserin Giriş’inde önceki cevhe-rîlerin kitaplarından yararalandığını belirten Pîr Muhammed Ma’denî, senenin aylarından ve gökyüzünün burçlarından esinlenerek cevahirnâmesini on iki bölüme ayırmış ve bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, zümrüt, inci, fîrûze, pan-zehr, anber, lâciverd, mercan, akîk ve yeşim-i hatayî konularını işlemiştir^; burçlarla cevherler arasında bağlantı kuran bu tutumun, geleneksel astrolojik yaklaşımdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır^.

Pîr Muhammed Ma’denî, cevherleri tanıtırken, bunların nerelerde üretildiklerini, türlerini ve fiziksel özelliklerini belirtmiş ve tıbbî ve sihri yararlarından söz etmiştir.

Cevâhirnâme’de, meselâ elmasa ilişkin olarak şu bilgiler verilmiştir:

“Elmas rûy-yi zemînde üç mahallde bulunur. Birine eski ma’den i’tibâr olunmuşdur ki ibtidâ’-yı zuhuru, İskender-i Zu’l-Karneyn hadd-i Zulümât’a dâhil oldukda, onların na’lı mahv oldu. Hükemâ’dan hikmetin su’âl etdiler. Hükemâ’ ittifak ile cevâb verdiler ki “Bu havâlîde ma’den-i elmas olmak gerekdir. Sâ’ir taşlar na’lı

65.Gökyay, s.179.

66. Bu bilgi, Muammer Dizer tarafından yayımlanan bir katalogtan alınmıştır; bkz., Muammer Dizer, 1868-1988 Kandilli Rasathanesi Yazma Eserler Katalogu, İstanbul Tarihsiz, s. 47-48’de verilen 123 numaralı yazma eserin müstensihi.

67. Bu eser, tarafımızdan yayına hazırlanmaktadır; bir nüshası için bkz., Milli Kütüphane, Yazma Eserler Koleksiyonu, A 8046/2.

68. İzgi, herhangi bir gerekçe bildirmeden, bu eserin, Muhammed ibn Mansûr’un Farsça Cevâhirnâme’smm kısaltılmış bir çevirisi olduğunu belirtmiştir; Risale el-Cevheriyye adı verilen bu çeviri, 7 Receb 952/14 Eylül 1545 tarihinde İstanbul’da tamamlanmıştır; bkz., İzgi. Cilt 2, s.207.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

31

mahv eylemez” dediklerinde, İskender “Elmas nedir?” diye su’âl et-di. Hükemâ’ elması vasf ve beyân etdiklerinde, İskender tahsis [ ]» olub, bir kaç hakîm ve bir mikdâr asker ifraz ve ta’yîn etdiler. Dahi tefahhus-ı etraf etdiler. Zulümât’da hafr-ı ma’den ile tahsîl-i elmasa mahall muhal ve mümteni’ü’l-ihtimâl olmağın, bir mikdâr hürde elmas tahsîl edib getirdiler ve dahi ziyâde tahsili hadd-i imkânda ol-mayıb, bî-‘ilâc oldukların ifâde etdiler. İskender dahi elmâs-ı rau-hâssah alıb götürdü. Hâlâ beyne’n-nâs bey’ ü şirâ’ edib, eski ma’den i’tibâr etdikleri billûrî ve nebatî elmas ondandır. İskender’den sonra bir ferd Zulümât’a varıb, elmas getirmeğe kadir olamadığını Hamse sahibi Şeyhü’l-‘Arifîn İskendernâme’de tahrîr et-mişdir.

Ve bir mahalli dahi her diyarda bazı ırmaklar içinde ve kenarında ve dağlarda müdevver siyah taşlar içinde(n) çıkar. Ekseri “Şeb-çirâğ” diye i’tibâr etdikleri kırat hesabına dâhil olmayan™ Şeb-çirâğ onlarda zuhur eder ki tıraş olundukda, ancak mülûk mâlik olur. Bir vecihle kıymet takdîr olmaz derler.

[Birp> mahalli dahi Mâhor vilâyetinde Rükn-i Cân derler bir cebel-i ‘azîmde elmas kıt’aları bulundu. Ba’zılar hafr edib, kıt’alar buldular; ba’zılar bulmadılar. Lâkin bu mahallde bulunan kıt’alar, bâlâda tahrîr olunan elmas gibi olmayıb, mütenevvi’atü’z-zarûre ve’l-eşkâl olmakla kıymetde noksân-ı ‘azîm lâzım olub, ekser nâs fark etmemekden ‘azîm zarar etdiler.

Envâ’-ı elmas yedidir: Biri billûrî, biri nebatî, biri zeytûnî, biri fıstıkî, biri sarıya mâ’il beyaz, biri kırmızıya mâ’il beyaz, biri siyaha mâ’il beyaz olur.

Billûrî ve nebatî makbuldür.

Tabî’at-ı elmas bârid ve ratbdır. Bazılar bârid ve yâbis derler. Ateşe yanmakdan ve tokmakdan kat’â zarar olmaz.

Elmas tıraş etmek Frengistan üstâdlarına mahsûsdur. Gayrının elinden gelmez.

69. Buradaki kelime okunamamıştır.

70. Eksik olabilir.

71. Bu kelime metinde yoktur.

32

Bir kıt’asını bin pâre eyleseler her kıt’ası müselles olur. Bu vecihle hakk kabul eylemez.

Hâssa-i elmas: Üzerinde dâ’imâ elmâs-ı hâlis götürmek mu’tadı olan kişi, mesane ve cüzam ve beras ve sar’a ve sevdâ-yı hülya ve havf marazlarından emîn ola ve sar’aya mübtelâ olan kişi üzerinde dâ’imâ elmas götürse, bi-lutfillâh-i Te’âlâ emîn ola. Bi’l-hâssa zehr-i katildir; amma elması tahattüm eylemek kalbe ferah verib, dâ’imâ neşât üzere eyler ve halkın gözlerine muhabbetli ve şîrîn gö-rünüb ve cezb-i kulûba [ p mâlik olur; mücerrebdir””.

Yakut ise, şöyle tanıtılmıştır:

“Yâkût ma’deni iki mahallde olur. Biri Seyelân Cezîre’sinde Serendib nâm cebel-i ‘azîmde[dir]7l Rivâyet-i kadîm üzere Haz-ret-i Âdem Safıyyullah (Salâvâtullâh ‘alâ enbiyâhu ve ‘aleyhi) ihbi-tû minhâ cemî’an Hitâb-ı Müstetâb’ıyla, ‘Âlem-i Bâlâ-yı Cennet-i A’lâ’dan, vech-i Arz’dan, Cezîre-i Seyelân’da Cebel-i Serendib vasatına nüzul eyledi. Hâlâ cebel-i mezbûr vasatında bir mahallde “Kademgâh-ı Baba-Âdem” derler Hazret-i Âdem ‘aleyhisselâmın kadem-i mübarekleri berekâtıyla, yâkût Cebel-i Serendib’de zuhur eyledi. Mu’cize-i Safıyyullah olmağın, Nass-ı Kerîm’de zikr u medh olundu.

Ve bir dahi Bangâle memleketinde Gûnek Cezîresi’nde sâhil-i deryada kum içinde zuhur etmişdir.

Nev’-i yâkût dörtdür: Biri kızıl, biri gök, biri sarı, biri beyaz.

Kızıl yâkût dahi altı nev’dir: Biri rûmmânî, biri erguvânî, biri verdî, biri hamrî, biri hallî, biri lahmîdir. Makbul ve zi-kıymet olan damla olub, rûmmânî olandır.

Gök yâkût dahi beşdir: Biri tâvusî, biri âsümânî, biri nîlî, biri kuhlî, biri sebz-fâmdır. Makbul ve zi-kıymet olan tâvusîdir.

Ve sarı yâkût dahi dört nev’dir: Biri şem’î ve biri turuncu ve biri kibrîtî ve biri samânîdir.

72. Buradaki kelimeler okunamamıştır.

73. Pîr Muhammed Ma’denî, s.9a-10a.

74. Bu ek metinde yoktur.

r

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 33

Beyaz yâkût ancak sukkerîdir. Ekser nâss beyaz yâkût dahi olduğunu bilmeyib Kıbrıs elması kıyâs ederler”.

Tabî’at-ı yâkût hâr-yâbisdir. Serendib yakutuna eski ma’den i’tibâr edib, makbul ve zi-kıymet i’tibâr ederler.

Hâssa-i yâkût: Hâmil-i yâkûta tâ’ûn ve sâ’ika isabet etmediği Netâyic-i Fünûn’da musarrahdır. Bi-lütfıhi şimdiye değin dâmi’ ol-mamışdır ve sahk olunub, ma’cûn olunub, isti’mâl edenler ‘azîm takviyetini müşahede etmişler. Mülûk-i sâhib-i sülûka mahsûs ma’cûndur. Muhkem sahk edib, kuhl eyleseler, göze ‘azîm fâ’ide eyler. Serendib yâkûtu ekseriya ma’cûn ve kuhl olmakla şimdi az bulunur. Yâkûtu tahattüm eden kişi ferah-ı kalb üzere olub, fakr u faka görmeye ve eyyâm-ı sayfda harâretden atası galib olan kişi yâkûtu ağzına alıb tutsa, bi’l-hâssa susuzluğu def edib, kalbe ferah verir. Def’aât ile mücerrebdir”™.

17. yüzyıl hekimlerinden Zeynel’âbidîn ibn Halîl de (? – 1646) bu konuyla yakından ilgilenmiş ve gerek Şifâ’ el-Fu’âd li-Hazreti Sultân Murâd adlı eserinde ve gerekse Risale el-Cevâhir adlı eserinde değerli taşlara ilişkin bilgiler vermiştir.

Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in, Sultan IV. Murâd’a (Saltanat Dönemi 1623-1640) sunduğu Şifâ’ el-Fu’âd li-Hazreti Sultân Murâd’ı (1628) sağhk-bilgisi ile ilgilidir; on yedi bölümden oluşmuştur ve “On Dördüncü Fasıl Cevahirin Tabî’atlan ve Hâssaları ve Vücûd-ı İnşâna Müte’allik Olan Fâ’ideleri Beyânındadır” (On Dördüncü Bölüm: Cevherlerin Doğaları, Özellikleri ve İnsan Bedenine İlişkin Yararlan Hakkındadır) başlığını taşıyan On Dördüncü Bölüm’ünde, sırasıyla elmas, yakut, zümrüt, lâ’l, zebercet, inci, fîrûze, akîk, billur ve pâd-zehr gibi değerli taşlar, yine geleneksel biçimde tanıtılmıştır”.

75. Buraya yanlışlıkla ” tabî’at ederler” kelimeleri yazılmıştır.

76. Pîr Muhammed Ma’denî, s.lOa-lOb.

77. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, Şifâ’ el-Fu’âd, Kahire 1300, s.42-48; eserin, Ankara Üniversitesi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Yazma Eserler Koleksiyonu’nda bulunan bir yazma nüshasında (M.Con 506), bu taşların yanısıra mercan, yeşim ve yeşbin de tanıtıldığı görülmektedir; bkz., 36a-42b; eser hakkında daha fazla bilgi için bkz.. Esin Kâhya ve Ayşegül D. Erdemir, Bilimin İşığında Osmanlıdan Cumhuriyete Tıp ve Sağlık Kurumları, Ankara 2000, s. 174-175.

34

Meselâ Zeynel’âbidîn ibn Halîl, elmas ve zebercet hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Elmas: Bunun tabî’atını ba’zılar bârid-yâbisdir dimişler. Bu bir taşdır ki cümle cevahir bununla delinür, amma elması kurşunla delerler. Eğer elması bin pare eyleseler, her paresi üç köşeli olur. Serendîb vilâyetinde bir derede bulurlar. Elmas, semm-i katildir; bir kıratı âdemi helak ider; bir kimseye elmas yedirseler, ânın ‘ilâcı budur ki evvelâ ılıcak su ve yağ ile kusdurub, ba’dehu süd içüreler tâ kim zehrini def idüb, ol kişi halâs ola.

Hâssa: Aristo eydür kim elması ağız içine komak câ’iz değildir; zîrâ bi’l-hassa dişleri kırar”™.

“Zeberced: Bunun tabî’atı bârid-yâbisdir; şekilde zümürrüde benzer; amma levni bir mikdâr beyaza mâ’ildir. Zümürrüdün hâssası bundan çokdur; lâkin zebercedde bir hâssa vardır ki zümürrüd-de yokdur.

Hâssa: Zebercedi hamr içine koşalar, hamrın keyfiyyetini teb-dîl idüb sirke ider. Eğer zebercedden bir denk mikdânnı sahk idüb içseler, kalbe kuvvet virüb, gözün nurunu ziyâde ider”™.

Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in, Risale el-Cevâhir adlı eseri ise«>, dokuz bölümden oluşmuştur ve bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, inci, fîrûze, pâd-zehr, mercan, akîk ve yeşim cevherleri tanıtılmıştır”‘; özgün bir yönü yoktur; önceki yapıtlardan derlenme yoluyla tertip edildiği anlaşılmaktadır.

Meselâ elmas ve mercan şöyle betimlenmiştir:

“Bâb-ı Evvel: Elması Beyân İder.

Bilgil ki şöyle tahkîk olmuşdur ki, elmasın ma’deni iki yerden taşra değildir. Kadîm ma’deni Zulümât’a yakındır. Şöyle rivayet olunur ki İskender-i Zu’l-Karneyn ‘ aleyhi’s-selâm Zulümât’a yakın vardıkda, bir dağ dibine irişdi ki fi’l-hâl atlarının na’lları ıbrandı. Bu ne hikmetdir diye ashabından su’âl eyledikde, hükemâ’-i Yûnân

78. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, s.42.

79. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, s.44.

80. Bu eser de, tarafımızdan yayına hazırlanmaktadır.

81. Bir nüshası için bkz., Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail 389/8, s.!59a-161b.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 35

82. Buradaki kelime okunamamıştır.

ayırdılar ki bu yerin taşında elmas vardır. Allâh-ı Subhânehu ve Te’âlâ Hazretleri fermânıyla şöyle vâki’ olmuşdur ki zikr olunan dağın civarında bir ‘acâ’ib, derin, susuz bir dere vardır. 01 derenin kumu elmâsdır. Ve ol dağın âher canibi katı yüksekdir. Şöyle ki hayvânâtdan bir ferd âna varmağa kadir olmaz, meğer ki kuşlar ola. İskender-i Zu’l-Karneyn hatırı elmas diledi. Hükemâ’ya emr idüb, ânlar dahi nîmeler ve gürdeler getürdüb, mezkûr derenin kenarına koyub, ol etlere yapışan kumlar cümlesi elmas idi. Andan beru cümle ‘âleme dağıldı. Meşhur olan budur ki ‘âlemde olan elmâsun cümlesi İskender zamanından kalmışdır. Andan sonra bir kimesne ol ma’deni bulmamışdır. Ve Şeyh Nizâ[mî] Hazretleri İskendernâ-me’de zikr olunan rivayete şerh yazmışlar.

Ve kişver-i Hind’ün ehl-i cevahiri katlarında köhne elmasın ziyâde kıymeti vardır. Şöyle ki mezkur elmâsdan satun alub, her vilâyete ilete, ziyan görmeye. Zîrâ mahir olan cevahirler katında, cevahir oldur kim âteşde çok zaman geçmekle rengi mütegayyir olmaya ve köhne elmas âteşden bütün çıkar. Amma yeni elmas bütün çıkmaz ve köhnenin hâssası ve menfa’ati yeniden ziyâdedir. Ve köhnenin altı köşesi vardır. Kanğı tarafa dönerse, üç köşesi görünür ve mecmu’ı sivridir. Ve delinmesi kimesne işi değildir. Amma yeni elması Frenk kâfirleri delerler. 01 bâbda mahirlerdir. Ve ehl-i cevahir bunun üzerine müttefiklerdir ki köhne elması kimesne beş kırât-dan ziyâde görmüş değildir. Amma yeni elması otuz-kırk kırat Gü-cerât Pâdişâhı’nın hazînesinde vardır dirler.

Yeni elmasın ma’deni Mahor-cân vilâyetinde bir yer vardır ki ol vilâyetin halkı ol yerleri kuyu gibi kazarlar. Çıkan kumları ara-yub içinde elmas bulurlar. Amma ekseri tahta olur. Ve ol elmasın rengi nebatî ve billûrî ve zeytûnî ve fıstıkî ve sârî ve kızıl ve siyah dahî olur. Kâh olur ki ucı sivri olur.

Ve yeni elmasın iyüsi ehl-i cevher katında nebatî ve billûrîdür. Ve bunlardan sonra fıstıkî ve zeytûnîdir. Ve bakî renklerin artık kıymeti yokdur. İki kırat elmâs-ı nebatî veya billûrî ki sulu ola ve yüzünde hiç bir renkden nokta olmaya, vilâyet-i pz] götürsek, bir kı-

36

râtın iki fıloriye satmak olur. Vilâyet-i Şam’a götürdükde, Frenklere bir kıratın kırk filoriye satmak olur ve tıraş eylemesi Frenk’den gaynya müyesser değildir. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola, Hindustan’da bir kırat dört filoriye almak olur. Frenk hakkakleri elinden tıraş olmuş, yine Hindustan’a varsa, bir kıratı on beş filoriye değer.

Cevherîler katında elmas, cemî’ cevahirlerin sultânıdır. Amma na-tırâş iken, letafeti yokdur. Eğer üstâd eline girüb, edviye-i simya ile ma’cûn idüb, tıraş olunsa, şahlar tacına ve ‘arûslar kulağına zînet etmeğe lâyık olur.

Ve elmas gayet berkdir. Sâ’ir cevahiri bununla delerler. Ta-bî’atı kurıdır ve sovukdur. Âteşden mütegayyir olmaz. Bir kimes-nenin su yolunda taş ve kum olsa, elmas götürse, düzelür; ânın asla eserleri kalmaya ve pâdişâhlar katında ‘azîz ve mükerrem ola. Ve ‘illet-i bevâsır ve cüzam ve malihulya ve sar’a ve bunun emsali emraz olmaya ve düşmenden ve yıldırımdan emîn [ola].

Ve elması iki pâre etmek dilesen, keser veya balta ağzına ko-yub, bir gayrısıyla çala, iki pâre eyleye. Hürdesin kimseye yedirse-ler bağırsakların mecruh idüb, helak eyleye””».

“Bâb-ı Sabi’: Mercanı Beyân İder.

Mercanı hamâ’il idüb, mesrû’ boynuna assalar, def ide ve götüren kimesneler çok nefin müşahede ideler. Ve sahk idüb müfer-rihât(a) katsalar, yüreğine çok fâ’idesi olub, kanın sâf idüb, kuvvet virir. Eğer diş diblerine sürseler, saruluğın giderüb, muhkem eyleye ve sürmeye katub göze çekseler nurun zîyâde ider. Ve her kim ken-düde götürse sihirden ve düşmen mekrinden emîn ola”^.

Biçimsel ve içeriksel açıdan bakıldığında, Pîr Muhammed Ma’denî’nin Cevâhirnâme’si, Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in Risale el-Cevâhir’i ve bu çalışma içinde yayınladığımız mensur cevâhirnâme arasında büyük benzerliklerin bulunduğu görülmektedir; buradan şu sonuç çıkmaktadır ki bu üç yapıt, birbirleriyle bağlantılıdır ve geç

83. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, 159a-159b.

84. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, 161a-161b.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 37

85. Kaynaklarda, bu şahsa ilişkin bir bilgiye rastlamadık.

86. Bu eserin bir nüshası için bkz.. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Yazma Eserler Koleksiyonu, Müteferrik 71; daha fazla bilgi için bkz., Adıvar, s.136-137.

87. Ayrıntılı bilgi için bkz., Mustafa Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmf”, TDVİslâm Ansiklopedisi, Cilt 2\. İstanbul 2000. S.305-3İ 1 ve İzgi, Cilt 2, s.199-200.

tarihli olanlar yazılırken, erken tarihli olanlardan yararlanılmıştır; ancak üçüncü cevâhirnâmenin yazan veya yazım yılı belirlenemediğinden, doğru bir sıralama yapmak bugün için olanaksızdır.

Yine bu yüzyılda adı bilinmeyen bir çevirmen tarafından, Zey-nel’âbidîn’in^ Mecmu’a el-Sanâyi’ (Sanatlar Topluluğu) adlı yapıtı, Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Bitlis Emîri Abdal Hân’a (Ölümü 1655) sunulmuştur; 160 sanattan söz eden bu değerli eser, kırk bölümden oluşmuştur ve metalürji ve tezyin ile ilgili diğer konuların yanı sıra, kimyasal işlemlerle yapay inci, lâ’l, yakut, fîrûze, elmas, mercan, fil dişi ve mine üretimi konularına da yer vermiştir^.

18. yüzyılın önde gelen yazarlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı” da (1703-1780), Ma’rifetnâme (1757) adlı tanınmış eserinde cevherlere yer vermiş ve geleneksel çizgide kalarak, cevherlerin oluşumlarını ve renklenmelerini açıklamaya çalışmıştır. Buna göre, taşlar “Şeffaf Taşlar” ve “Şeffaf Olmayan Taşlar” olmak üzere ikiye ayrılır; cevherlerin de içinde bulunduğu Şeffaf Taşlar, yağmur sula-nnın toprak altında binlerce yıl sıkışması sonucunda oluşurlar ve bunlann renkleri ise, gezegenlerin gönderdiği ışınlara bağlıdır; Satürn taşlara siyahlık, Jüpiter yeşillik, Mars kızıllık, Güneş sarılık, Venüs ve Merkür mavilik ve Ay ise beyazlık verir; böylece astroloji ile metalürji arasında bir bağ kurulmakta ve bilimsel açıdan bakıldığında, el-Gaffârî’nin gerisine düşürmektedir:

“Nev’-i Râbi’: Ma’deniyyâtdan Ecsâm-ı Ahcânn Tekevvün ve Televvünâtın İcmâlen Bildirir.

Ey ‘Azîz, ma’lûm olsun ki ehl-i hikmet dimişlerdir ki cemî’ ah-câr-ı şeffâfe miyâh-ı emtârdan derûn-ı arzda muhtebes olan rutubetlerden tekevvün ve tevellüd iderler ve ahcâr-ı gayr-ı şeffâfe te’sîr-i harâret-i Şems ile olan imtizâc-ı mâ’ ve tîn-i lezcden tekevvün iderler.

38

Amma ahcâr-ı şeffâfenin tekevvünât ve televvünâtı miyâh-ı emtâr ve rutûbât-ı zemîn ve ahcâr-ı ma’âdin ve magârât içinde muhtebes olub, ma’âdin ile muhtalit olmayub, niçe bin yıl ânda kal-mağla ziyâde safâ’ ve sakâlet ve gılzet kesb idüb ânlardan öyle ah-câr sulbe mün’akid olur ki mâ’ ve nâr ile müte’essir ve mütekessir olmazlar ve mu’teber cevahir olub yerde kalmazlar ve ihtilâf-ı elvanı envâr-ı seyyare ile vücûd bulmuşlardır ki her kevkeb cevahirin niçe envâ’ına delâlet idüb, şu’â’ını ol cibâl üzerine salub, ol ma’âdi-ne böyle müstevli olmuşdur; zîrâ ki sevâd Zühal’in ve hudrat Müşteri’nin ve humrat Merrîh’in ve sufrat Şems’in ve zurkat Zühre’nin ve televvün-i ‘Utarid’in ve beyaz Kamer’in şu’â’ı te’sîrinden gel-mişdir.

Ve envâ’-ı cevahir, havâss-ı bevâhiriyle katı çok bulunmuşdur ve cümlenin sultânı ve kıymetde girânı, cevher-i yâkût ve la’l ve el-mâsdır ki cemî’ ma’deniyyâtdan eşedd ve aslab ve akvâ mu’âyene kıhnmışdır ve cümle cevahirden e’azz ve a’lâ ve asfâ halk olunmuş-dur ve cümleye gâlib ve mü’essir iken fakat kurşun ile maglûb ve mü’esser olmasını gayret-i Hakk’dan bilinmişdir ve âna yakın cevher zümürrüddür ki âna nazar idenin gözi nûr ve gönli sürür bulur ve şu’â’ından yılan kör olub, hâmilinden dûr olur ve cevher-i zü-mürrüdün menâfi’ u havâssı katı çokdur, lâkin bu mahalde kasr olunmuşdur”88.

Osmanlı bilim tarihinde müstesna bir yere sahip olan Mühen-dishâne-i Berrî-i Hümâyûn başhocalarından Hoca İshak Efendi de (17747-1836) bu konuyla ilgilenmiş ve çağdaş bilimleri tanıtan Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye (4 Cilt, İstanbul 1831-1834) adlı yapıtının taşlar ve mıknatıslarla ilgili bölümünde, kimya alanında yeni yeni kullanılmakta olan analiz ve sentez (hail ve terkîb) yöntemlerinden yararlanarak, taşların,

1. Çakmak Taşı

2. Kâlye Taşı

3. Kireç Taşı

4. Kül Taşı

88. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, İstanbul 1294, s.149.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 39

olmak üzere dörde ayrıldığını belirtmiştir; “Cevher” olarak adlandırılan değerli taşların “Çakmak Taşı” sınıfına girdiğini bildiren Hoca İshak Efendi, bunları da,

1. Şeffaf cevherler

2. Yarı şeffaf cevherler

olmak üzere ikiye bölmüş ve birinci gruba giren cevherlerden, elmas, zebercet, lâ’l, rubeyn”», sarı yakut, asıl yakut, topaz, ‘aynü’l-hûr ve billur ve ikinci gruba giren cevherlerden ise, yeşim, akîk ve Yemen taşını fiziksel özelliklerine göre tanıtmıştır; öyle anlaşılmaktadır ki Hoca İshak Efendi bu bölümde, beş asır boyunca yürürlükte kalmış olan geleneksel yaklaşımı bir yana bırakmış ve Osmanlı Dünyası’nda mineralojinin bağımsızlaşması ve bilimselleş-mesi yolunda önemli bir atılım gerçekleştirmiştir:

“Bâb-ı Sâmin: Ahcânn ve Mıknatısın Beyânındadır.

Ahcârın taksîmi hail ve terkîb-i ecsâm kâ’idesi mucibince olan hallerinden ahz olunarak, ecnâsı, çakmak taşı ve kâlye taşı ve kireç taşı ve kül taşı olur. Ve çakmak taşının cinsinde “Cevahir Taşları” ıtlak olunan kâffe-i ahcâr-ı zî-kıymet münderic olub, cümlesinin as-labı, züccâcı kat’ iden elmas taşıdır ve mezkûr elmas taşının şeffâ-fiyyeti ve leme’ânı ve i’mâlinden sonra tahsîl eylediği levni ve sikleri ve salâbeti cihetiyle zî-kıymet olmuşdur.

Ve elmas taşı ebyad ve asfar ve ahmer ve ahdar ve emsali levn-lerde bulunarak aiâlan Hind memleketinde bulunur ve ba’zan Bohemya ve Macar memleketlerinde dahi bulunarak, Macar’da bulunanlar Bohemya’da bulunanlardan salâbet cihetiyle tercîh olunurlar.

Ve cevahir taşlarından ma’dûd ve eşher olanlar, evvelen zeber-ced olub, şeffafı ve yeşile mâ’il bir taşdır. Saniyen lâ’l olarak, lâmi’ ve ahmer bir taş olub, a’lâsı oldukça sahîn ve ihmirârî, keskin ve ziyâde lâmi’ olandır. Sâlisen rubeyn olub, sulb ve ahcâr-ı kesîre-i muhtelifetü’l-elvândan mürekkeb bir taşdır. Râbi’an yâkût-ı asfar

89. Bu kelimenin aslı “Rubis” olabilir; “Rubis”, Fransızca’da yakut anlamına gelmektedir.

40

olub, sarıya mâ’il bir taşdır. Hâmisen asıl yâkût olub, lâmi’ ve ekseriya ezrak ve salâbeti elmasın salâbetine karîb bir taş olarak, hâs-salarıyla sâ’ir taşlardan fark olunur. Sâdisen topaz olub, şeffâfî ve lâmi’ ve gayet asfar ve ba’zan ahdar bir taşdır ve işbu taşın ba’zısı su levninde olub, Bohemya memleketinde hâsıl olmağla “Bohemya Taşı” dahi ıtlak olunur. Sâbi’an ‘aynü’l-hûr taşı olub, lâmi’ ve kavs-i kuzâh elvânıyla mülevven bir taşdır ve cevahir taşlarının sırasında billur dahi ta’dâd olunabilüb şeffâfî ve lâyıkıyla tezeccü-cünde levni suyun levnine müşabih olarak, gereği gibi tanzîf olun-dukda, tahtında olan levniyle mülevven ve tabî’atı elmasın tabî’atına müşabih bir cevherdir.

Ve dahi çakmak taşı cinsine şeffâfiyyetleri kalîl ba’zı cevahir taşlan lâhik olarak, evvelen yeşim taşı olub, tabî’atı çakmak taşının tabî’atına müşabih ve çelik ile darb olundukda âteş peyda olub, elvan ve elyâf-ı muhtelife irâ’e ider bir taşdır ve ba’zı yeşimler, eşcâr ve ahşâb ve emsallerine müşabih olub, ba’zısı bi’t-tab’ nebatat demetlerine ve eşcâr dallarına ve ezhâr ve esmârlanna ve hayvanât ve emsallerine müşabih olur. Saniyen ‘akîk taşı olub,elvân-ı muhtelife ile mülevven bir taş olarak, sâde ahmer levninde oldukda “Kan Taşı” tesmiye olunur. Sâlisen hacer-i yemenî olub, esved ve ahmer levnleriyle mülevven bir taşdır.

El-hülâsa çakmak taşının cinsinde cevahir taşları münderic oldukları gibi, nefs-i çakmak taşı ve emsali ahcâr-ı sâ’ire de münderic olur.

Bu dahi ma’lûm ola ki “Çakmak Taşı” tesmiye ve ber-vech-i meşrûh ta’dâd olunan kâffe-i ahcâr, çelik ile darb olunduklarında küllî veya cüz’î şerare hâsıl olur”*>.

SONSÖZ

Bilindiği üzere, Osmanlı Dönemi’nde yazılmış cevâhirnâmeleri konu edinen bilim tarihi çalışmaları, bugün için oldukça yetersizdir; ancak günümüze değin yapılan araştırmalardan elde edilen bulguları şöylece özetlemek mümkündür:

90. Hoca İshak Efendi, Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye, Cilt 4, Kahire 1261, s.401-

402.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

4]

(a) Osmanlı cevherîleri, özellikle Arapça’dan ve Farsça’dan yapmış oldukları çeviriler ve derlemeler yoluyla, bu alanda önemli bir bilgi birikimi oluşturmayı başarmışlardır. Bu birikimin, niteliği ve önemine ilişkin genel değerlendirmeler ise, söz konusu eserlerin hiç değilse büyük bir kısmının, bilimsel yöntemlere uygun bir biçimde incelenmesinden sonra yapılabilecektir*. Ancak şimdilik bu cevâhirnâmelerin içermiş oldukları bilgilerin, genellikle kişisel gözlemlere ve araştırmalara dayanmadığı söylenebilir. Osmanlılar’ın madenleri, bitkileri ve hayvanları tanıtan doğa bilimlerine ilişkin diğer yapıtlarında da, bu özelliğin hâkim olduğu gözlenmektedir.

(b) Osmanlı cevâhirnâme geleneği üzerinde en etkili yazarların, Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî, Muhammed ibn Mansûr, Nasîrüddîn-i Tûsî ve Zekeriyyâ ibn Muhammed ibn Mahmûd el-Kazvînî olduğu anlaşılmaktadır.

(c) Cevherlerin oluşumuna ve çeşitlenmesine ilişkin kuramsal açıklama girişimlerinin oldukça yetersiz olduğuna bakılarak, Osmanlılar’ın, bu alanın kuramsal yönünden çok, kılgısal yönüyle ilgilendikleri düşünülebilir.

(d) Genellikle bu yapıtlarda, cevherlerin fiziksel özellikleri, piyasa değerleri ve insan sağlığı açısından yararlan üzerinde durulmuştur.

(e) 19. yüzyıla gelinceye değin, bu alanın astroloji, sihir ve efsâne gibi öğelerle bağlantılarını koruduğu görülmektedir.

(f) Cevâhirnâmelerde yalnızca değerli taşlar tanıtılmamıştır; ticarî kıymeti olan nebatî ve hayvânî nitelikteki maddelere de yer verilmiştir.

91. Bu arada, Osmanlı şairleri de cinaslar yaparken değerli taşların özelliklerinden yararlanmışlardır; meselâ Râşid, bir beyitinde felekten yakınırken,

Pîrûze-i felek ki cihânun nigînidiir

Kevn üfesâd-ı nakş-ı zaman u z.emînidür diyerek firuzeye yer vermiştir; Halil Çeltik, Ömer Ferit Kam ve Âsâr-t Edebiye Tedkikatı, Ankara 1998. s.218.

42

(g) Bu nedenlerle, cevâhirnâmelerin, değerli ve yarı-değerli taşların ve diğer maddelerin alım satımıyla uğraşan tacirler için yararlı ve özlü bilgiler vermek maksadıyla düzenlenmiş oldukları varsayılabilir.

İKİNCİ BÖLÜM: OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ İKİ CEVÂHİRNÂME

I

Burada tanıtacağımız ve metnini sunacağımız ilk yapıt, Yazıcı-zâde Ahmed-i Bîcân’ın manzum Cevâhirnâme”sidir. Bu küçük cevâhirnâme, 37 beyitten oluşmuştur ve bunlardan beş tanesi Giriş’te, yirmi dokuz tanesi Ana-bölüm’de ve üç tanesi ise Sonuç’ta bulunmaktadır»

Ana-bölüm’de sırasıyla altın, yakut, elmas, zümrüt, firuze, akik-i Yemenî, mercan, kehribar, lâciverd ve “Seng-i Kudret” (Kudret Taşı) denilen cevherler konu edilmiş ve birkaç beyitle bunların tıbbî yararlan anlatılmıştır.

Günlük yaşamda en yaygın olan cevherlerin seçildiği ve tanıtımları sırasında, cevâhirnâmelerde rastlanan geleneksel yaklaşımın kullanıldığı görülmektedir. Bilim tarihi açısından bakıldığında, yapıtın özgün bir yönü yoktur.

METİN 73a

HAZÂ CEVÂHİRNÂME

Ey ma ‘arif gevheri cevher-şinâs Nola geyse dürr-i nazm ahun libâs

Cevherin kadrin bilen sarrâfdır Dürr-i ma’nâ dere iden ‘arrâfdır

Çün yaratdı Hakk Te’âlâ Hazreti Nâs içün bunca cevahir kıymeti

92. Bir nüshası için bkz.. Ahmed-i Bîcân, Hazâ Cevâhirnâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3452/3.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 43

Kudretinden her birinde ol Hüdâ Niçe hâssiyyet komuş derde deva

Ahmed-i Bîcân ağzından kelâm Ol Süleymân-ı Nebî’den ve’s-selâm

Hâssiyyet-i Zer

Evvelâ altun götürse bir kişi Gönlü kuvvetlu olur hem cünbişi

Gökçek olur dâ ‘imâ anda nazar Cümle kârına bulur feth u zafer

Sûzen-i zer birle deldürsen kulak Bitmeye ol rahledir (?) bi’l-ittifâk

Hâssiyyet-i Yâkût

Seng-i yâkûtı götür muzüldür (?) Görmeyesin ânı kim tâ’undur

Şiddet birle olsa sal anı suya Donmaya ol su eğer ‘âlem buya

Su bulunmaz yerde ağzuna sal Olasın içmiş gibi safî zülâl

Hâssiyyet-i Elmas

73b

Suyın elmasın içerse ademî Yimiş olsa def ider ol-dem semi

Bir kişi elması yutsa öldürür Berg-i bağ-i ‘ömri ol-dem soldurur

Zîre her ne yere uğrarsa deler Ululardan böyle gelmişdir haber

Hâssiyyet-i Zümürrüd

Kim getürse zümürrüd taşını Her kazadan saklaya Hakk başını

44

Ya’nî nazil olsa gökden bir belâ Ol zümürrüd çatlaya ey cânfedâ

Sahibini saklaya emme hâd (?) Budurur anı götürmekden murâd

Götüren kişi mehâbetlü ola Halk içinde hem sa’âdetlü ola

Hâssiyyet-i Pîrûze

Bir kişi pîrûze götürse müdâm Korku, yok andan yıkılsa ey hümâm

Yâ yüce yerden düşerse anı Hakk Saklaya bu kudretine yahşi bak

Hâssiyyet-i ‘Akîk-i Yemeni

Her ki götürse ‘akîki şöyle kîm Kibri terk ide, ola nefsi halîm

Kazıyub sürsen dişe kanın keser Râyiha komaz ağzında, bil iy püser

Hâssiyyet-i Mercan

74a

Eyle tesbîh anı kim mercândur Arta sıdkun hâsılun îmândur

Bây ola her kîm götürse dâ’imâ Gör ne haslet virmiş ana ol Hüdâ

Hâssiyyet-i Kehrübâr

Sarılık düşen kişiye kehrübâr Dâfi’ ü nâfi’dir ol her bâr

Suya koyub içsün suyını

Tâ kim görem dirse rahat rûyını

Hafakan u yerekâna ey serâc Hem virem derdine andandır ‘ilâç

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ *NDE YAZILMIŞ… 45

Hâssiyyet-i Lâjiverd

Uyumasa bir kişi her subh u şâm Malihulya olsa ânda ber-devâm

Halk içinde hürmeti hem olmasa Gönli maksadını hâzır bulmasa

Lâjiverdden düzdürüb bir hâtemi Parmağından salmasun ol âdemi

Hürmeti arta vü derdine şifâ’ Hakk müyesser eyleye yokdur hatâ’

Hâssiyyet-i Seng-i Kudret

İki taş saklar yuvada kırlangıç Alub anı sakla istersen ‘ilâç

Biri ahmerdür ki zahmetlü kişi Götüre tâ kîm gide teşvişi

Biri ebyaddır ki sar’un zahmeti Götürende gidere Hakk Hazreti

Temmet

74b

Gerçi ‘âlemde cevahir bî-şümâr Bunları buldum kitabında yazar

Devletün dâ’im ola ‘ömrün dırâz İki ‘âlemde olasın ser-fırâz

Nesnemüz yok size lâyık armağan Lîk hayrıla du’â ancak hemân

Temmet

46

II

İkinci olarak tanıtacağımız ve metnini sunacağımız Cevâhirnâme adlı basma yapıtın yazarı bilinmemektedir. Takvîmhâne-i Âmi-re’nin nezâret ve ruhsatıyla, Hicrî 1273 (Milâdî 1856/1857) yılında taşbaskısı ile Kayolzâde Tab’hânesi’nde- çoğaltılmıştır ve toplam 36 sayfadır^.

Başında, eserin bölümlerini gösteren bir fihrist bulunmaktadır.

Giriş’inde verilen bilgiden anlaşıldığına göre, bu yapıt, yazarın “Cevâhirnâme-i Asliyye” olarak nitelendirdiği bir cevâhirnâmeden kısaltılarak hazırlanmıştır ve on iki bölümden oluşmuştur. Bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, zümrüt, inci, firuze, pâd-zehr, anber-i eşheb, lâciverd, mercan, akîk ve yeşim gibi on iki adet değerli ve yarı değerli taş ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

Tanıtım yapılırken, söz konusu değerli ve yan değerli taşlann nasıl oluştuklan, nereden çıkanldıklan, türleri, nitelikleri veya özellikleri, ticarî değerleri, kullanılış biçimleri veya yerleri ve nihayet tibbî yönden yararlan ve zararlan belirtilmiştir. Aynca bunlarla ilgili rivayetlere ve efsanelere de yer verilmiştir.

Bu cevâhirnâmenin, daha çok “cevherî”lerin veya “ehl-i cevâ-hir”in, yani taş alım satımı ile uğraşan tacirlerin yararlanmaları maksadıyla düzenlenmiş olduğu düşünülebilir; çünkü taşların tanıtımı sırasında, ilmî ayrıntılara pek girilmemiş ve özellikle günlük hayatta en çok karşılaşılan ve kullanılan taşların türleri ve değerleri belirtilmiştir.

93. “Cailloil Kardeşler” olarak tanınan Jacques Cailloil ve Henri Cayol, Türkiye’de taşbaskı yöntemini ilk defa uygulayan Fransız asıllı basımcılardır ve aslında kardeş değil, amca-yeğendirler. Basım işini yürüten Henri Cayol (1805-1865), 1831 ‘de amcası Jacques Cailloil ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Serasker Hüsrev Mehmed Paşa’nın korumasında, Bâb-ı Seraskerî’de ilk taşbaskı tezgahını kurmuştur. Bu matbaada basılan ilk yapıt, Hüsrev Mehmed Paşa’nın Nuhbe el-Ta’lîm’idir (İstanbul 1831). 1837*de Hüsrev Mehmed Paşa, seraskerlikten alınınca, Cayol, Beyoğlu’nda kendi adına yeni bir matbaa kurmuş ve Fransa’dan harfler getirterek yabancı dilde de kitaplar basmıştır; bkz., Jale Baysal, Kitap ve Kütüphane Tarihine Giriş, İkinci Baskı, İstanbul 1992, s.79.

94. Bu çalışma sırasında, Cevâhirnâme’nm Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi 5609 numarada kayıtlı bulunan bir yazma nüshasından da yararlanılmıştır; bu nüshada, eserin ismi Hazâ Risâle-i Mücevherat olarak verilmiştir; ayrıca basma metinle yazma metin arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 47

Yapıtın, özellikle iki yönden değerli olduğu söylenebilir:

a. İşlenmemiş taşları, işlenmiş taşlara dönüştürmek için gerekli olan kimyevî işlemler anlatılmıştır.

b. Aslî ve amelî taşların, birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için uygulanması gereken bazı yöntemler tanıtılmıştır.

Anlatılanlardan, Cevâhirnâme” nin yazılmış olduğu dönemde, milletler arası cevher ticâretinin oldukça gelişkin bir düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, yazar elması tanıtırken,

“Ve (Elmas) Şam’a götürülse, Efrenc bir kıratını kırk altına alırlar. Ve elması Efrenc’den gayrı kimse tıraş edemez. Zîrâ bu fenni gayet iyi bilirler. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola ve Hindistan’da bir kıratı dört altın eder, ve Efrenc tam tıraş edib Hindistan’a götürülse, bir kıratı on beş altın eder.” diyerek bu ticâretin boyutları hakkında bir fikir vermektedir^.

METİN CEVÂHİRNÂME

Bismillahirrahmanirrahim

El-hamdü-li’llâhi Rabbi’l-‘Âlemîn ve’s-salâtu ‘alâ Nebîhi Mu-hammedin ve âlihi ecma’în*\

Ma’lûm ola ki bu risâle-i mu’tebere, cevâhirnâme-i asliyyeden ihtisar üzere istihraç olunmuşdur ki on iki babı müştemildir.

BÂB-I EVVEL: ELMASI BİLDİRİR

Şöyle tahkîk olunmuşdur ki elmasın ma’deni iki yerdedir. Rivayet olunur ki İskender-i ZuT-Karneyn (AS), Zulümât’a” yakın vardıkda, bir dağ dibine erişdi ki atlarının na’llan aşınmaya başladı.

95. Aşağıda “Bâb-ı Evvel: Elması Bildirir” başlıklı bölüme bakınız.

96. “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ve onun elçisine ve soyuna selâm olsun.”

97. Eskiden, Dünya’nın coğrafyacılar tarafından tanınmayan bölgeleri, Zulümât olarak adlandırılmıştır. Bilindiği üzere, Eskiçağ coğrafyacılarından Batlamyus, Dünya’nın Güney-Doğu Çeyreği’nde bilinmeyen bir ülkenin (Terra Incognita) bulunduğunu söylüyordu; öyle ki bu ülkenin Batı ucu Güney Afrika’ya, Doğu ucu ise Çin’e bağlanmıştı ve Hint Okyanusu’nu bir iç-deniz hâline getirmişti; bkz., Sayyıd Maqbul Ahmad, A History of Arab-lslamic Geography (9″>-]6>h Century A.D.), Amman 1995, s.236.

48

Ashabına sordu ki “Sebeb nedir?”; Hükemâ-yı Yûnâniyye İskender’in hizmetindeydiler, dediler ki “Bu yerin taşında elmas vardır”. Gördüler ki bu dağın civarında bir dere, kumları ve taşları bi’l-cüm-le elmâsdır. Ve o dağın âher canibinde, gayet büyük aiâ elmas vardır; lâkin gidilemez; meğer ki kuşlar gide.

İskender emredib, hükemâ dahi et parçalarını getirtib, dereye atdırdı. Ve büyücek kuşlar gelib, et parçalarını alıb, derenin kenarında otururlardı. Ol et parçalarına yapışan kumlar elmas idi. Ba’de-hu ol elmaslar etrâf-ı ‘Âlem’e dağıldı. Hâlâ kullanılan elmaslar ol vakitden kalmışdır ki ondan sonra ol ma’den bulunamamışdır.

Şeyh Nizamî Hazretleri^, İskendernâme’smfe dahi bu rivayeti zikretmişdir.

Ve Hind memleketinin cevhercileri ‘indinde eski elmas kıymetlidir. Şöyle ki mezkûr elmâsdan Hind’de satın alıb, âher diyara götüren kimse zarar etmez. Zîrâ cevher oldur ki ateşe düşse ve üzerinden çok zaman mürur etse rengi zâ’il olmaz. Ve köhne elmas ateşden bütün çıkar. Ve yeni elmas oddan çıkmaz ve köhne elmasın hâssiyeti yeni elmâsdan ziyâdedir. Ve onun altı köşesi vardır. Hangi tarafa döndürsen üç köşesi görünür. Ve mecmû’ı sivridir.

Ve elması kimse delemez. Amma yeni elması Efrenc’in cevhe-rîleri delmekde pek mahirlerdir. Köhne elmas on beş kırâtdan ziyâde olmaz. Amma yeni elmas otuz ve kırk kırat olarak Gücerât pâdişâhının hazînesinde çokdur derler. Yeni elmasın ma’deni Gerbelge ve Beyder nâm vilâyetlerdir. Mâhor ve Cânepur dedikleri vilâyetde bir yer vardır ki ahâlisi ol yeri kuyu gibi [kazarlar]’», kumlarını yu-yub içinde elmas bulurlar ve bu nev’ elmasın ekserî tahte olur. Ve rengi nebatî ve billûrî ve zeyrî ve fıstıkî ve sarı ve kızıl ve siyah dahi olur. Ve bazısının ucu sivri olur. Ve yeni elmasın iyisi nebatî ve billûrî rengidir ve bunlardan sonra fıstıkî ve zeyti rengidir ve kalan renklilerin ol kadar kıymeti yokdur. Eğer iki kırat elması, nebatî ve-

98. Büyük Azerî şâiri Nizâmı (1150 7-1214 ?), İskendemâme adlı mesnevisinde Büyük İskender’in hayatını anlatır; ayrıntılı bilgi için bkz.. Ahmed Ateş, “Nizâmı”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, İstanbul 1988. s.318-327.

99. Metinde yoktur.

100. Sûyî, yanlışlıkla iki kere yazılmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 49

ya billûrî ki sûyî’oo Qla ve onda sürh ve siyah ve san nokta olmaya ve rengi zeytî dahi olmaya, Vilâyet-i Gerbelge’de ve Beyder’de bir kıratı iki altındır. Ve Şam’a getirilse, Efrenc bir kıratını kırk altına alırlar. Ve elması Efrenc’den gayrı kimse tıraş edemez. Zîrâ bu fenni gayet iyi bilirler. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola ve Hindistan’da bir kıratı dört altın eder, ve Efrenc tam tıraş edib Hindistan’a götürülse, bir kıratı on beş altın eder.

Elmas gerçi gevherlerin sultânıdır, amma tıraş olmadıkça letafeti yokdur. Amma aslında ne kadar kıymetli cevherdir. Madem ki ma’dende kıymetsiz taşlarla beraber yata, lâ-cerem nâ-cins sohbetinden keduret ve gubâr çehresine oturmuşdur. Amma çünkü üstadının eline girib, edviye-i sumbâdei°’ ile ma’cûn çerh edib, keduret-i zulmâniyyeyi yüzünden zâ’il kılıb ve şahlar tacına zînet olmaya lâyık edib, nazenin ‘arûsların kulaklanna ve boyunlanna bezek ola.

Ma’lûm ola ki elmas cemî’ taşlann serti ve katısıdır ki cemî’ taşlar bununla delinir. Ve elmasın tabiatı kuru ve soğuktur. Ateşten mütegayyir olmaz.

Eğer bir kimsenin mesanesinde taş olsa, elmas üzerinde bile oldukça zahmeti def ola. Ve pâdişâh ‘indinde muhterem olub, kimseden korkmaya. Ve ‘illet-i beras ve cüzam ve malihulya ve sar’a bunlan def eder. Ve düşman şeninden ve yıldınm ve göz ağnsın-dan emîn olur.

Eğer elması iki pâre etmek isterse, keserin ağzına koyub ve bir keserin ağzını üstüne çalıb iki pâre ola. Ve elmasın hurdesini birine yedirseler, helak olur. Hâsılı elmasın tabî’atında olan hâssayı takrîr ve ta’rîf mümkün değildir.

İKİNCİ BÂB: YÂKÛTU BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki yâkût iki yerden hâsıl olur; biri Seyelân’dır. Ve Seyelân gayet vâsi’ bir cezîredir ki boyu ve eni dört yüz fersahdır ki ona Serândîb derler. Şöyle meşhurdur ki Âdem Safıyyullah bi-hükmihi ihbitû^, ‘Âlem-i Bâlâ’dan, bu ‘Âlem-i Pür-Belâ’ya inib

101. Zımpara.

102. “Allah’ın hükmü ile indirilen Âdem”.

50

ve Cennet’ten çıkıb Serândîb Dağı’na geldi. Kadem-i mübârekin-den ma’den-i yâkût zahir oldu. Onun için ol dağa Baba Âdem Ka-demgâhı derler. Ve ‘Âlem’e dağılan yâkût Seyelân Ceziresi’nden-dir ki Serândîb derler.

Ve dahi yâkût dört dürlüdür: Kızıl ve gök ve sarı ve ak. Ve kızıl yâkût dahi yedi renkdir: Verdî, hamrî, behramânî, rûmmânî, er-gavanî,halrî,lahmî.

Gök yâkût dahi beş renkdir: Tavusî, âsümânî, nîlî, kuhlî, sebzfâm.

San yâkût dahi dört nev’dir: Şem’î, turuncu, narencî, kâhî.

Ve ak yâkût billurdur. Eğerçi çok vardır amma kıymeti azdır. Zîrâ ki ham makâmındandır ve pâre-i yâkût-ı behramânî-i hoşâb tamâm yirmi kırattır. Kıymeti iki bin altındır. Amma yâkût-ı tamâm ayar Diyâr-ı ‘Arab’da ve Horasan’da ve bazan Diyâr-ı Hind ve Rûm’da, Seyelân’dan gayrı nâdirü’l-vukû’dur ve şimdiki hâlde gök yâkût ki tavusî ve nîlî ve âsümânî renk ola, Hind Diyân’nda kıymeti ziyâdedir.

Ve rivayet olunur ki Diyâr-ı Şirvan’da san yâkûtu tamâm bahâya alırlar. Zîrâ yâkût def-i tâ’ûn için ‘alâmetdir. Ve san yâkûtu bilmek hayli müşkildir. Zîrâ Efrenc’in cevherîleri billuru hail edib, san sırça renkli ederler. San yâkûtdan hiç fark olmaz, meğer ki üstadı bile.

Amma ‘aynü’l-hür”» dahi yâkût cinsindendir. Ve ‘aynü’l-hirr ve râve, bunlardan kızıl yâkût hâsıl olur. Ve tirmilî, yeşil renkli bir taşdır. Bazılar zeberceddir dediler. Ve ma’deni yâkût kenanndadır; bir dere vardır, etrafını kuyu gibi kazarlar ve içindeki kumlan yur-lar. İçinde yeşil renkli taşlar bulurlar ki o taşda bir hatt ya iki veya üç hatt olur. Ak ve gayet parlak ve birbirinin yakınındadırlar. ‘Ay-nü’l-hirrin aslı zikr etdiğimizden gayrı değildir. Ve ehl-i cevher bu nev’ ‘aynü’l-hin için ıstılah edib “zennâr” derler. Eğer bu ‘aynü’l-

103. ‘Aynü’l-Hirr. bazı cevâhirnâmelerde, müstakil bir bölümde tanıtılmıştır; meselâ bkz., Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî, Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999, s.148-150.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

51

hirr, yeşil renkli olanı ki hangi tarafa dönse suyu damlar zann olunur, bunun bir miskâli üç yüz altındır.

Tirmilî ve Seylânî ki ol ma’denden hâsıldır, kıymeti yokdur.

Ve râve dedikleri, yeşil renkli ve suyu hoş bir cevherdir ki Arabistan’da “Benevş” derler. Bir miskâli on altındır. Amma yeni yakutun ma’deni Tahte’r-Rîh’dedir«» ki Diyâr-ı Beyder’e yakındır. Ve Vilâyet-i Bengâle’nin’os büyük benderidir ve derya kenarındadır ki onun ismi”* Tiku’dur><“. Ve o kenarda bir cezire vardır ki ismi Rek-nek’tir. Ve yeşil ve rûmmânî o cezîrelerin derelerinde hâsıl olur. Ve hâlâ mevcûd olan yâkût-ı Reknek’dir. Ve ehl-i cevahir katında Rek-nek taşı ziyâde yumuşak olmağın ateşden çıkmaz. Amma Vilâyet-i Hind’de Seyelân taşı Reknek4aşından ziyâde kıymetlidir ve Efrenc ‘indinde taşın katılığına ve yumuşaklığına ‘itibâr yokdur. Lâkin her taşın ki rengi ziyâde ola ol mergûbdur. Şöyle ki eğer hoş renk yâkût onların eline girse yâkût-ı rûmmânî bahâsınadır.

ÜÇÜNCÜ BÂB LÂ’Lİ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki Cemşîd’ini°s ‘asrında ve daha nice zamanlar sonra lâ’l yoğimiş ve demişlerdir ki Bedahşân nahiyesinde bir büyük zelzele vâki’ olmuşdur ki vilâyetin ekseri mahalli harâb ve ahâlisinin dahi çoğu helak olmuşdur. Ve Şehr-i Bedahşân civarında, Süleyman Peygamber’in binası olan yerde büyük bir dağ vardır. Zelzeleden yarılıb içinden lâ’l zahir olmuşdur. Hâlâ kullanılan lâ’l’» ol dağdandır. Zîrâ lâ’l Bedahşân memleketinden gayrı hiçbir yerde çıkmaz. Ve bundan üç dört yüz sene evvel ol ma’denden lâ’l elli ve altmış miskâlden ziyâde çıkmamışdır.

104. Yengeç Dönencesi’nin güneyi.

105. Hindistan’da Ganj ve Brahmaputra nehirlerinin aşağı mecraları ile ortak deltalarını kapsayan büyük ve kalabalık eyâlet.

106. Hazâ Risâle-i Mücevherat, s.3a’dan alınmıştır.

107. Tiku, Dakka’nın (Dhâkâ) eski ismi olmalıdır; çünkü Doğu Bengâle’nin başkenti olan bu şehir, ismini dhâk ağacından (butea frondosa; bir nevi tik ağacı) almıştır.

108. Cemşîd, Pîşdâdiyân Hanedanlığımın dördüncü sultanıdır ve efsaneye göre, sanatlar onun döneminde ortaya çıkmıştır; daha fazla bilgi için bkz., Nurettin Albayrak, “Cem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, İstanbul 1993, s.279-280 ve Mütercim Âsim Efendi, “Cemşfd”, Burhân-ı Kâtı’, Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk ve Derya Örs, Ankara 2000, s.115.

109. Metinde yanlışlıkla yâkût yazılmıştır; bkz., s.13.

52

Ve lâ’lin rengi dahi yedi nev’dir: Muasferanî, rûmmân-ı safî, âteşî, unnâbî, hamrî, ‘akrebî, basalî.

Ve bu fende mahâret-i kâmilesi olanlar demişlerdir ki lâ’l on beş ayar gerekdir ki tam ayar ola. Eğer bir pâre lâ’l üç ya dört mis-kâl tamâm ayar muasferanî ki ona köpük erişmiş olmaya, bir kıratı yirmi altındır. Ve rûmmân-ı safî ve âteşî dahi eğer tamâm ayar ve ayıbsız ola, muasferanînin nısf bahâsınadır. Ve unnâbî ve ‘akrebî ve hamrî ki tamâm ayar ola, rûmmân-ı safî bahâsınadır. Ve ayıbsız, güzel, basalî renk ol üç rengin nısf bahâsınadır.

Ma’lûm ola ki lâ’lin tabî’atı ıssî ve kurudur.

Ve lâ’li üzerinde götüren cemî’ ‘illetden emîn ola ve yüreği ka-vî, cimâ’ vaktinde şehveti tutub geç inzal eder. Ve halkın gözüne mahbûb görüne ve ihtilâm olmaya. Ve yavuz uşak koluna bağlasa, artık yavuzluk etmeye ve uykusunda korkmaya. Eğer ma’cûna kalsalar da yeseler, mi’denin buharını def edib ferah vere ve dâ’im münbasît ola.

DÖRDÜNCÜ BÂB ZÜMÜRRÜDÜ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki bundan beş yüz sene evvel zümürrüd iki yerden hâsıl olurmuş. Evvelki ma’deni Dârü’s-Saltanat-ı Mısır’dır ki Ehre-mân Kümbetleri’nin’io yakınındadır. Amma şimdi kullanılan zümürrüd, Diyâr-ı Efrenc’den gelir. Zîrâ bu zümürrüd Efrenc Gevhe-ristân’ından gayrı yerde yokdur.

Ve zümürrüdün rengi dahi dört dürlüdür: Evvelki rengi taze biten râziyâne rengindedir. İkinci rengi rûmmânîdir. Üçüncü rengi reyhânîdir. Dördüncü rengi silkidir. Amma silkinin çok kıymeti yokdur. Ve reyhânî dahi onun bahâsınadır. Amma taze râziyâne renginde olan zümürrüd ki bir miskâl ola Diyâr-ı Hind’de kıymeti altmış altındır. Hoş renk ve ayıbsız rûmmânî dahi ol bahâyadır.

Hükemâ derler ki zümürrüdün tabî’atı soğukdur. Bazısı mu’te-dildir dediler. Ve zümürrüdü dâ’imâ üzerinde götüren göz ağrısı görmez ve gözünün nÛru ve ‘ömrü arta. Bir kimseye zehir içirseler,

110. Ehram, yani piramitler

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 53

111. “Şayet bakarsa, yılanın gözü kör olur.”

112. Buraya fazladan bir “ve” eklenmiştir.

113. Masulipatam olabilir.

114. Hazâ Risâle-i Mücevherât’da önce Şumatra (Sumatra), sonra Bengâle yazılmıştır; bkz., s.4b.

115. Malakka.

116. Siam olabilir.

117. Cava olmalıdır; çünkü Hazâ Risâle-i Mücevherât’da bu kelimenin yerinde Cava bulunmaktadır; bkz., s.4b; özel isimlerden ekserîsinin imlâsı yanlış olabilir.

zümürrüd-i rûmmânîyi devenin ekşimiş südüyle beraber karıştırıb içirseler, terleyib zehiri damağından çıkıb külliyyen gider. Ve bu zümürrüd-i rûmmânîyi yâhûd sîrâbî renklisini ef â yılanın gözünün karşısına koysalar, gözleri kör ola.

Mısra:

Çeşm-i ef â çün nigered kûr seved”‘

Ve her canavar ki ağusu ola, yılan ve ‘akreb gibi, bir kimseyi sokdukda iki kırat zümürrüdü gül suyuyla ezib, zehirlenen yere sür-seler, hemen ağrısını teskîn eder. Ve zümürrüde nazar etmek gözün nurunu artdınr. Ve cin ve mâlîhulyâ ‘illetinden emîn olur.

BEŞİNCİ BÂB İNCİYİ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki inci ma’deni üç yerdedir. Evvelki ma’deni Ka-üTdir ve Bahreyn ki Hürmüz Diyârı’dır ve zikr olunan Katîf nahiyesinde bir cezîre vardır ki dürr-i yetîm ondan hâsıl olur ve asıl inci budur.

Amma ikinci ma’den Tahte’r-Rîh’dir. Vilâyet-i Bengâle kur-bunda bir memleket vardır ki şehrine Kâ’il derler ki halkının eksen Müslümândırlar ve dalgıçlan çok olduğundan inci dahi çok çıkar. Amma eksen ak ve müdevver olur. Lâkin bir miskâl, belki buçuk miskâl az bulunur.

Ve Vilâyet-i Hindistan’da, Tahte’r-Rîh nahiyesinde’ ^ Misli-but”3 ve Buten ve Serândîb ve Bengâle”” ve Molâka”‘ ve Sâim”* ve Habâde”? ve Çin ve Mâçin ve gayrı yerlere bütün Kâ’il’den da-ğılmışdır. Ve. bu memleketlerin her birinin başka başka şahlan vardır. Ve cesîm memleketlerdir.

54

Ve [inci çıkaran dalgıçlar,]”» Bâb-ı Mendeb’den Mısır nahiyesine dek Deryâ-yı ‘Ummân’ın âhiridir. Başka inci ma’deni yokdur. Amma Diyâr-ı Bender ki âdemleri inci çıkarmağa meşguldür. Şimal tarafından, Cedide ve Bendere ve Lihye ve Hâl-i Beyt-i Ya’kûb ve Cezîre ve Kamrân”» ve gayrı yer ki Habeşe Benderi’nden cânib-i Cenûb’da vâki’dir, nice yer vardır ki ekser halkı inci çıkarmağa meşguldür. Husûsan Dehlek”» ve havali civarındaki yerlerden hâsıl olan inci süd renkli ve şem’î renklidir. Amma inci-yi necmî-yi şeffaf az bulunur. Zîrâ bu mahallerde madem ki sedef suyun yüzünden ırak ola, inci gayet beyaz olur.

Sedef, bir canavardır ki eti yumurta akına benzer. Balık gibi tohum döküb çok yavru hâsıl olur. Şöyle ki Güneş, Burc-ı Hamele ge-lib, yağmur vakti ola, deryanın yüzüne çıkarlar, ağızların açıb, yağmurların katresini yutub, deryanın dibine inerler. Tâ ki Güneş Cevza Burcu’na nakl etdikde, deryanın yüzüne çıkıb, yüzlerini Güneş’e dönerler. Gün döndükçe onlar dahi beraber dönerler ve Gün battıkça yine deryanın dibine inerler. Güneş Seretân Burcu’na nakl ettik-de, karınlarında inci hâsıl olur.

Ve ba’zı incinin sarı ve donuk olması, sedefin mîzac-ı fesâdın-dandır. Zîrâ deryanın yüzüne çıkdıkları vakitde, deryanın hararetini ol sedef kendüye çeker. Eğer hararet mîzacına muvafık ise incisi necmî ve şeffaf olur. Ve eğer hararet az olursa, incisi şem’î ve kâhî, yani saman renkli ola. Ve kaziyyeler ol vakit olur ki henüz inci sedef karnına düşmemiş ola.

Ma’lûm ola ki bir tane inci ki sekiz kırat, yani iki denk ve şeffaf ola bahâsı yetmiş altındır. Eğer böyle olan inci bir miskâl ise kıymeti beş yüz altındır. Amma bu nâdirdir.

Ve dört kırat inci ki bu sıfatla ola, kıratı on beş altın ve daha ziyâdedir.

118. Bu ibare, anlamı bozmaktadır. Bunun yerine Yazma’da bulunan “Ma’lûm ola, bir dahi yeri” ibaresi alınmalıdır.

119. Kameran.

120. Dahi ak Adaları.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 55

121. Fîrûze.

Eğer şeffaf olub, iki kırat dahi olsa, kıymeti elli altındır ve süd renginde ve ak kâfûrî renginde olursa bahâ olmaz. Amma yassı ve şem’î ve kâhî olsa pek çok i’tibân yokdur.

Ve cevahirin kıymetlerini ve cins ve bahâlarını, cevherîler ve dâ’imâ ahb satan bilir ve renginden, suyundan bilir.

İncinin tabî’atı soğuk ve yaşdır. Ve incinin hâssası göz ağrısı için gayet nâfı’dir. Eğer inciyi hail edib, göze çekilse kuruluğunu gidere ve gözün cemî’ emrazına nâfı’dir ve nezleden emîn olur. Bir kimsenin gözünde siyah ve ak olsa, inciyi sirke ile hail edib, göze sürseler, ol gözde olan aklık ve siyahlık def ola.

ALTINCI BÂB FİRUZEYİ^ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki fîrûze dört yerden çıkar. Evvelki ma’deni, Nîşâ-bûrî nâhiyesindedir ki şimdiye dek fîrûze-i Ebû İshâkî ve yeşil renk kıymetli ki pâdişâhların hazînelerinde bulunur; ol ma’denden hâsıl olur.

İkinci ma’den, Hucend nâhiyesindedir ki pek â’lâsı hâsıl olur. Amma şimdi beş altın kıymeti olan fîrûze oradan çıkmaz.

Ve üçüncü ma’den, Kirman nâhiyesindedir ki onda bir kasaba vardır ki fîrûze ondan hâsıl olur. Ol ma’denin firuzesi ham ve yumuşak olduğundan kıymeti yokdur.

Ve dördüncü ma’den ki elli seneden beri peyda olmuşdur ki Erzincan kurbunda bir dağdır. Yeni fîrûze ol dağdan hâsıl olur. Amma bu ma’denin firuzesi gayet yumuşak olduğundan tez mütegayyir olur. Ol kadar kıymeti yokdur. Mu’teber olan Nîşâbûr fîrûzesidir. İşbu firuzenin bir paresi yirmi kırat olursa dört yüz altındır.

Amma Hucend ve Şebâvur (?) ve Erzincânî firuzeleri pek mu’teber değildir.

Eğer Nîşâbûr firuzesi, misk ve kâfur kokusundan ve yerin yaşlığından ve ateşin sıcağından rengi asla mugayyir olmaz ve sâ’ir ma’denin fîrûzesi rengi elbette mütegayyir olur.

56 –

Ve cevahirin iyisi firuzedir demişler ve hükemâ, firuzeyi pek mübarek tutub, ismini “Ferrûh” tesmiye etmişlerdir.

Ve selefde, pâdişâhların biri, mukarriblerin birine hışmetse, hükemâ derlerdi ki üzerinde fîrûze götüre ve üzerinde fîrûze götüren kimse pâdişâhın huzurunda şirin olur.

Bir kimse sabah vakti firuzeye baksa, ol gün ol kimseye zarar ve elem erişmeyib, mesrur ola ve ömrü efzûn ve malı ziyâde ve gözünün nuru arta.

Ve hükemâ derler ki bir kimse dâ’im üzerinde fîrûze götürse, korkulu rü’yâ hiç görmeye ve düşman ona zafer bulmaya ve kimseden korkmaya ve halayık ve ekâbir katlarında ‘azîz ve hürmetli ola.

Ve eğer firuzeyi sırçaya katıb gözlerine sürseler, ol kimse bir dahi göz ağrısı görmeye.

YEDİNCİ BÂB PÂD-ZEHR-İ HAYVÂNÎ(Yİ) BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki pâd-zehr-i hayvânîyi^, hükemâ-yı mütekaddi-mîn ve müte’ahhirîn mübarek tutub ve çok medh etmişlerdir ve ismini “Mâddetü’l-Hayât” demişler.

Bir kimse haftada altı kırat pâd-zehr yese, Hakk Te’âlâ ona ‘ömr-i tabî’î ihsan eder ki ‘ömr-i tabî’î dedikleri yüz yirmi yıl ya-şamakdır. Ve cemî’ emrâz-ı cismâniyyeden halâs ola ve onun için pâd-zehr demişler ki cemî’ zehri’23 ve zehirli yemişleri def edib halâs eder. Ve pâd-zehr gören kimse, halkın gözüne şirin görünüb, kimseden havf etmeye ve düşman ona zafer bulmaya ve ısırıcı olan canavarlardan emîn ola.

Ve bu pâd-zehr ol kadar hâssa gizlemişdir ki ta’rîf mümkün değildir. Bu pâd-zehri yemenin tarîki, taş üzerinde gül suyuyla ezib, parmak ucuyla dili üzerine koyub, boğazına götüre; amma dişine değdirmeye. Zîrâ dişe değdirmek fenadır. Ve pâd-zehr-i hayvânî dağ keçisinin'” iç yağından hâsıl olur. Ol keçiye “Pâd-zehr” derler

122. Pâd-zehrin iki türü bulunmaktadır; biri madenî, diğeri ise hayvanidir; burada sadece hayvanî türü anlatılmıştır.

123. Metinde “zehirli” yazılmıştır.

124. Geyik olabilir; bkz.. Şirvânî, s.152.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ..

57

ve bu hayvan, gerçi her dağda vardır, amma müşk-i âhû, Hatâ’?*diyarına mahsûsdur.

Pâd-zehr-i hayvanı dahi Şebânkâre keçisine mahsûsdur ki Şî-râz’ın a’zam vilâyetidir. Ve şöyle meşhurdur ki ol pâd-zehri olan dağ keçisi muhallasadan gayrı hiç nesne yemez ve delîl bu ki hiçbir pâd-zehr yokdur ki onda muhallasa olmaya. Elbette onda muhallasa ağacından bulunur ve bu pâd-zehr-i hayvanı ve mûmyâ dedikleri [hayvan] 126, Şebânkâre Dağı denilen mahalle mahsûsdur ki gayrı yerde bulunmaz. Mûmyâ dahi dağ-ı mezkûreye mahsûsdur. Ve ol dağda bir mağara olub, ol mağaranın dâ’im tavanından birer damla mûmyâ damlar imiş. Şöyle ki bir senede altı yüz dirhem ya eksik yâhûd daha ziyâde hâsıl olurmuş. Ve onun hâssaları pek çokdur. Meselâ bir kimse havf etse yâhûd yüksek bir yerden düşse veya ondan düşüb zahmet ve meşakkat görse, nısf dirhem mumyayı su içinde ezib, ol kimseye içirilse, hemen sıhhat bula. Kemiği kırılmış olan kimseye bu mumyadan içirilse, ol zedelenmiş olan kemik hemen sahîh ve bütün ola.

Ve bu zikr olunan mağara senevi olarak mîrîden mukâta’aya zabt olunurmuş. Ve bu ta’rîf olunan pâd-zehr-i hayvânî, her keçide bulunmayıb, yüz ‘aded keçi zebh olunmuş ise ancak beş altısında bulunurmuş. Ve hangi keçinin yağında pâd-zehr var ise, ol keçi gayet zayıf olub, şöyle ki seyyâdlar ol keçiyi avladıklarında, zayıf olduğundan, karnında pâd-zehr olduğunu bilib, hemen boğazlayıb, karnını yarıb, yağından çıkarıb, ağızlarına korlarmış. Zîrâ sıcak olunca yumuşak olur imiş.

Rivayet olunur ki bazan seyyâdlardan fakîr olanı gidib, damını kurub, nâgehân zikr olunan hayvan tuzağa gelib, görmeyib, “İzâ câe al-kadâ a’mâ el-basar”^ mantûkunca dâ’im belâya giriftar olub, onun karnındaki yağında iki yüz altın kıymeti hâlis pâd-zehr olub,’ fakîr olan seyyâd bu yüzden ölürmüş. “Tu’ti el-mülk men teşe”’28.’

125. Çin.

126. Anlamı bozmaktadır.

127. “Kaza geldiğinde, göz kör olur.”

128. “Sen mülkü istediğine verirsin.”

58

Ve onun kıymeti budur ki evâ’ilde Sultân Şâhruh zamanında, yirmi miskâl olan pâd-zehrin kıymeti iki bin netke-i şâhruhîdir. İki veya üç miskâl olursa pek çok kıymeti yokdur. “Netke” dedikleri akçedir.

Vilâyet-i Şebânkâre’de bir takım kimseler pâd-zehr-i hayvaninin ‘amelîsini işlerlermiş. Bu sûretde ‘amelîsiyle aslîsini fark müş-kildir. Tarîki, ikisini taş üzerinde ayrıca su ile ezeler, eğer ak olursa aslî, yeşil olursa ‘amelîsidir. Farkı bu suretledir.

 

SEKİZİNCİ BÂB ‘ANBER-İ EŞHEBİ BİLDİRİR

Her ne kadar bu ‘anberin bâlâda zikr olunan cevherlere pek de münâsebeti yok ise de, hâssası çok olması cihetiyle zikr olunmuşdur.

Ma’lûm ola ki ‘anber-i eşheb bir mumdur ki Bahr-ı ‘Umman’ da yıldızların hâssasıyla terbiye olur.

Ve Bahr-ı ‘Ummân’ın nihayeti Mısır’a üç günlük mahalle kadar gelmişdir. Ve Zulümât ağzındaki Milk-i Yemen’in âhiridir ve onda nice cezîreler vardır ki Bahr-ı ‘Ummân’ın altı ay meyli Kutb-ı Şimal tarafına vâki’ oldukda, ol cezîreler susuz kalıb kurur-muş ve altı ay dahi Kutb-ı Cenûb tarafına meyi ettikde, su tutarmış ve ol cezîrede her dürlü ağaçdan hesabsız varmış. Ve bal arısı, denizin kumlarından çok imiş. Ol anlar ballar ve mumlar yapıb, su gel-dikde ballan suya yayılıb, mumları dahi denizin yüzüne gelib, ba’dehu Güneş’den ve Süheyl Yıldızlan’ndan renk ve hâssa ve koku alırlar imiş. Bahr-ı ‘Ummân’ın dalgalarından fasla fasla ‘anber-ler bulurlar imiş.

Hikâye: Bir takım bâzergân, gemi ile giderlerken, kaza ile gemileri Zulümât’a düşdü. Hele varta-i Zulümât’dan gemileri kurtulub, bir cezîre kenarına geldiler. Onda bir büyük taş olub, bunlar câmelerini yıkayıb, ol taşa serdiler. Esvâbları ‘anber kokusuyla mu’attar oldu. Bildiler ki bu taş değil ‘anber imiş. Beynlerinde taksîm edib, ganî oldular.

Ve dahi ‘anber-i eşheb dört nev’dir: Şemmâme, haşhâşî, tabaka, fıstıkî.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ..

59

Ve ‘anber-i şemmâme müdevver olur. Yeşillik olmayan yerde üç dört günde behân çıkarır. Ak olur ve içi haşhaş tanesi gibi beyaz olur.

Ve haşhaşı olan nev’i dahi şemmâme gibidir. Amma ol tez behân salar. Ak olur.

Ve ‘anber-i tabakanın dahi içi ak olur ve behân dahi tez çıkarır, şemmâme ve haşhaşı gibi; amma ol tabaka yukacıkı» birbiri üstüne muhkem olur.

Amma fıstıkî bu üç nev’den aşağıdır ve onun rengi fıstık içi rengi gibidir. Ve ‘anber-i şemmâmenin Mekke-i Mükeneme’de on miskâli dört yüz altındır.

Ve dahi ‘anberin hâssa ve fâ’idesi pek çokdur. Râyihası cümle râyihalardan a’lâdır. Ve dimağı nemnâk eder ve mâlîhulyâyı ve sevdayı def eder. ‘Anberi üstünde götürse, halkın nazannda hürmetli ola ve göz ağnsı görmeye ve pîrlere nâfi’dir. Ve dimağa ve ruha ve kalbe kuvvetdir. Ve mi’dede olan kâffe-i ‘ilele nâfi’dir. Ve ‘anberi koklamak ve buhur etmek devanın ufunetini keser ve kesret-i is-ti’mâli kana hiddet verir. Islâhı sinkencebîn (?) ve ekşi ayvadır.

DOKUZUNCU BÂB LÂCİVERDİ BİLDİRİR

Lâciverdin asıl ma’deni Bedahşân dağıdır. Gayrı yerde yokdur; eğer ki varsa da siyah sürme taşı gibi olur. ‘Arab ve Rûm ve ‘Acem ve Azerbaycan ‘imaretlerinde isti’mâl etdikleri ekser lâciverd ‘amelîdir ve lâciverd-ii3o Kâşî’dir ki siyah taşdan işlenib, lâciverd rengi verirler ve ol siyah taşı hail edib, bardak ve çanak ve kâselere nakş ederler ve Efrenc şişeler işleyib, lâciverd gibi renk verirler, ol taş ile. Ve bu taş Kâşân’dan gayn yerde yokdur; uzak olan şehirlerde bu taşın kıymeti ziyâdedir.

Amma ol lâciverd ki bu taşdan işlenir, lâciverd rengi verilir, ‘imaretlerden gayn yerlerde isti’mâl olunmaz. Ve bir müddetden sonra yine aslına dönüb siyah taş olur. Ve lâciverd-i aslî-yi Bedah-

129. “Yufka” gibi.

130. Burada yanlışlıkla “lâciverdidir” yazılmıştır; doğrusu Hazâ Risâle-i Mücevherat’dan alınmıştır; bkz., 8a.

60

şân iki ma’denden çıkar. Eğer on gün ateş içinde ola, taşra çıktıkda, rengi asla mütegayyir olmadığından, ehl-i cevher ‘indinde cevahirin pek nâzikidir.

Rivayet olunur ki dîvler, Hazret-i Süleyman (AS) emriyle Be-dahşân’da lâciverd ma’denini peyda kıldılar. Ve bu rivayet ba’îd değildir. Zîrâ lâciverd ma’deni, Süleyman Peygamber’in binası yanındadır ve bu rivayet tahkike yetmişdir ki Şehr-i Kadîm-i Bedahşân, Süleyman ‘aleyhi’s-selâmın emriyle binâ olundu. Ve lâciverd dahi ol şehrin kurbundadır. Ve Bedahşân vilâyeti gayet vâsi’dir ve Amû Suyu’nun menba’ıdır ki ona Ceyhun derler. 01 sudan gemiler geçib, öte tarafına Semerkand’a varırlar imiş. Ve lâciverd ma’deni-nin yakınında ve ol suyun öte tarafına Tahtâ-yı Tûrân derler ve beri tarafına İrân derler imiş.

Lâciverd ma’deninden çıkan taş üç nev’dir. Evvelki nev’i pâre pâre tavuk yumurtası gibi kabuk içindedir. Ve kabuğu yumuşak ak taşıdır. Ve kabuğundan çıktıkda, yumağa hacet yokdur. Hemen hail edib, isti’mâl ederler. Ve bu nev’i lâciverd gayet iyi olduğundan, yüz miskâli yirmi beş altın değer ve ol lâciverd şahlar hazînesine mahsûsdur.

İkinci nev’i kabuksuz çıkar ve yüzünde ak taşdan renkler olur. Bu nev’i çıktığı anda yumak gerekdir.

Üçüncü nev’i pâre pâre ma’denden çıkar. Yüz miskâlden ziyâde lâciverd yokdur. Bakîsi ak taşdır ve ma’denden çıktıkda, yumak lâzım değildir. Yumuşak döğerler ve bir mikdâr hail ederler; bâzer-gânlara satarlar.

Ma’lûm ola ki bu üç dürlü lâciverd Bedâhşân’dan hâsıl olur. Bir nev’i, yunmak istemez ve bir nev’i [yüz miskâldenpı, otuz miskâlden yüz miskâle dekdir ve ak taşdır. Gışş olursa, yumak ile çıkar. Bir nev’i, yüz miskâlden yetmiş miskâle değin sahrî taşdır ki otuz miskâl lâciverd karışmışdır. Ve ol sahrî taşı lâciverdden ayırmak su ile yumak ile olur. Bazılar demişler ki kimyacılık, lâciverdi yumak-dır. Zîrâ bu işde kalbi nakd ederler.

131. Büyük bir olasılıkla bu kelimeler yanlışlıkla yazılmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 61

132. Hazâ Risâle-i Mücevheratım alınmıştır; bkz., 9a.

Ve lâciverd yumağın tarîki budur ki lâciverdi yumuşak hail edib, ba’dehu harîrden eleyib, sündüs yağıyla muhkem hamur edeler ve elinde yumruk yumruk edeler ve bir pâk zarfın içine”* koyub, sıcak su ile ateşe koyalar ve üzerini kapayalar amma kaynamaya. Ba’dehu ol hamuru ol zarfa koyalar ve yüz dirhem sıcak su koyalar. Ve bir eliyle hamuru ezeler, tâ ki lâciverd taşra çıka; soğuk olur ve ol gök suyu âher bezden süzeler ve revâk edib, fasla fasla kurutalar; tamâm ola.

Hâssası, sevdayı sürer; kanı tasfiye eder; levne hüsn verir; kalbe ferah verir; malihulyayı def eder. Ve şurbi (?) bir miskâl olursa elverir.

ONUNCU BÂB MERCANI BİLDİRİR

Mercanın hâssası budur ki eğer hamâ’il edib, masrû’ ve nikrîs olan adamın boynuna taksalar, def eder. Müferrihâta katsalar, yürek kanını sâf ede ve ruha kuvvet vere. Ve mercân-ı mevsûlü diş dibine saçalar; dişin dibini ve etini muhkem ve sarılığını ve yeşilliğini gidere. Eğer hail edib, sürmeye katıb, göze çekeler, aydınlığın artıra ve mercanı üzerinde götüren düşman şerrinden emîn olur. Pek mübarek cevherdir.

ON BİRİNCİ BÂB ‘AKÎKİ BİLDİRİR

‘Akîk üç yerdendir. Evvelki San’â’dandır ki Yemen’in ‘azîm şehridir. İkinci mahal Gücerât’ta Burûc derler bir şehirdir ki onun nahiyesinde ‘akîk çok olur. Üçüncü mahal Gerbelge nahiyesinde bir kasabadır ki Guluvrî derler ve ‘akîk-i Burûc, eğerçi rengi huvîdir, amma ‘akîk-i Yemenî gibi değildir. Yemenî gayet makbuldür. Ve havassın cümlesi ‘akîk-i Yemen’e mahsûsdur. Ve erbâb-ı hikmet ‘akîke nazarı mübarek tutmuşdur.

“Siz ‘akîk yüzük takın; zîrâ ‘akîk fakrı ifna eder.” diye hadîs-de vâki’dir. Ve Mekke ve Mısır ve Şâm ve Medîne ve Yemen ‘ulemâsı hâlâ üzerinde taşırlar. Ve ‘akîki üzerinde götüren, cemî’ belâlardan emîn ola. Hâmile olan ‘akîk-i Yemenîyi dili altına kosa, ko-

62

lay doğura ve cimâ’a kuvvet verir. Ve dişin etlerini berk ve muhkem eder ve ağız kokusunu giderir. ‘Akîk üzerine “Ve mâ tevfîki illâ billah”’33 yazdınb yüzük etse, düşman şerrinden emîn ve ‘azîz ve mükerrem ola.

ON İKİNCİ BÂB YEŞİMİ BİLDİRİR

Kâşgar ile Hıtây beynindeki Hoten nahiyesinde bir ırmak vardır ki suyu Andicân şehrine gider. Yeşimin ma’deni ol ırmakdan gayn [yerde]’* yokdur ve yeşimin yedi rengi vardır: Ak ve zeytî mâ’adâ renklerin bunlar a’lâsıdır. Ve mübarek bir taşdır ki hükemâ onu cevhere beraber [salmışlardır]’* ve Hıtây’m kibân yeşimsiz kemer bağlamazlar. Ve üzerinde yeşim bulunmayan kimseye hürmet etmezler. Ve Hıtây diyânnda yeşimin ‘azîz olmasına sebeb, onda yıldırım çok olurmuş. Yeşimi üzerinde götüren kimse, yıldırım şerrinden ve tâ’ûndan emîn olur. Ve ‘illeti bevâsîre mübtelâ ise def olur. Ve sanlu ‘illetini def eder ve kalbe incilâ ve güşâyiş ve ferah verir.

Ve Allâhu a’lem bi’s-sevâb^.

İşbu cevâhirnâme-i girânbahâ sâye-i ma’ârifvâye-i cenâb-ı ci-hândârîde Takvîmhâne-i Âmire nezâret ve ruhsatiyle litografya mucidi Kayolzâde Tab’hanesi’nde tab’ ve temsîl kılınmışdır.

Sene U13™.

I

133. “Allah’tan başka yardımcı yoktur.”

134. Hazâ Risâle-i Mücevherat”dan alınmıştır; bkz., s.10a.

135. Hazâ Risâle-i Mücevherat’dan alınmıştır; bkz., s.10a.

136. Doğrusunu Allah bilir.

137. Milâdî 1856/1857.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

63

Adıvar, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Dördüncü Baskı, İstanbul 1982. Ahmad, Sayyıd Maqbul, A History of Arab-lslamic Geography (9’h-16’h Century A.D.), Amman 1995.

Ahmed-i Bîcân, Hazâ Cevâhirnâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3452/3. Ahmed-i Bîcân, Risâle-i Havâss-ı Cevhernâme-i Ahmed-i Bîcân, Milli Kütüphane, Yazma

Eserler Koleksiyonu, A 6156/7. Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’lbü’l-Mahlûkât (Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli Sözlük), Hazırlayan:

Osman Yıldız, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1989. Albayrak, Nurettin, “Cem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, İstanbul 1993, s.279-280. Anawati, Georges C, “Arabic Alchemy”, Encyclopedia ofthe History of Arabic Science,

Editör: Roshdi Rashed, Cilt 3, Londra 1996, s.853-885. Ateş, Ahmed, “Nizamî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, İstanbul 1988, s.318-327. Avicennae, De Congelatlone et Conglutinatione Lapidum, Being Sections ofthe Kitâb al-

Shifa, Yayıma Hazırlayanlar: E.J.Holmyard ve D.C.Mandeville, Paris 1927. Baysal, Jale, Kitap ve Kütüphane Tarihine Giriş, İkinci Baskı, İstanbul 1992. Biscia, Antonio Raineri, Fior di Pensleri sulle Pietre Prezlose dl Ahmed Teifascite,

Bologna 1906. Cevâhirnâme, İstanbul 1273.

Çağrıcı, Mustafa, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 21, İstanbul 2000,s.305-311.

Çelebioğlu, Âmil, “Ahmed Bîcan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbull989, s.49-51.

Çeltik, Halil, Ömer Ferit Kam ve Âsâr-ı Edebiye Tedkikatıı, Ankara 1998 De Boer, T.J., “İhvânü’s-Saf┑, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5/2, İstanbul 1988, s.946-947. Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. Baskı, Ankara 1999. Dizer, Muammer, 1868-1988 Kandilli Rasathanesi Yazma Eserler Katalogu, İstanbul Tarihsiz.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, İstanbul 1294.

Gökyay, Orhan Şaik, “Kitâb-ı Cevherü’l-Cevâhir”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na

Armağan, İstanbul 1991, s. 169-180. Hazâ Risâle-i Mücevherat, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi 5609. Hoca İshak Efendi, Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye, Cilt 4, Kahire 1261. İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, Tabiî İlimler, Cilt 2, İstanbul 1997. Kâhya, Esin ve Ayşegül D. Erdemir, Bilimin Işığında Osmanlıdan Cumhuriyete Tıp ve

Sağlık Kurumları, Ankara 2000. El-Kazvînî, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât, Dördüncü Baskı, Kahire 1570.

Liddell, H.G. ve R. Scott, A Greek-Engllsh Lexlcon, Oxford 1937.

Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî (İnceleme-Metin-Dizin), Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999.

Muhammed ibn Mansûr, Kitâb-ı Cevhernâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 1706.

Muhammed ibn Muhammed ibn Hasan-ı Tûsî, Tensûhnâme-i İlhânî, Giriş ve Açıklamalarla Yayıma Hazırlayan: Seyyid Muhammed Takî Müderris-i Razavî, İkinci Baskı, Tahran 1363/1984.

Mustafa ibn Seydî, Tercüme-i Kitâb el-Cevâhir el-Müsemmâ bi-Tensîh-i İlhânî, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 2044/3.

Mütercim Âsim Efendi, “Cemşîd”, Burhân-ı Kâtı’, Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk ve Derya Örs, Ankara 2000, s.l 15.

Nasr. Seyyed Hossein, Science and Civilizatioıı in islam, Massachusetts 1968.

 

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ İKİ

CEVÂHİRNÂME

ÖNSÖZ

Mücevher yapımında ve hastalıkların tedavisinde kullanılan değerli ve yarı-değerli taşlar, asırlardan beri insanoğlunun ilgisini çekmiş ve bunların türlerini, özelliklerini, yontma tekniklerini ve ticarî değerlerini öğrenmek önemli bir sorun olarak görülmüştür. Osmanlılar da bu konuya yabancı kalmamışlar ve değerli ve yarı-değerli taşlar konusunda taş işleme ustalarını, tacirleri ve toplumun diğer kesimlerini aydınlatmak için çok sayıda kitap yazmışlardır.Bilindiği üzere, Osmanlılar Dönemi’nde, bu tür taşlara “Cevher” ve cevherleri tanıtmak maksadıyla yazılmış bilimsel yapıtlara ise “Cevhernâme” veya -“Cevher” kelimesinin çoğulu olan “Cevahir” kelimesinden yararlanılarak- “Cevâhirnâme” adı verilmiştir; “Cevâhirnâme”nin karşılığı olarak, İngilizce’de “Lapidary” ve Fransızca’da ise “Lapidaire”ı kelimeleri bulunmaktadır ve bunlar,

* Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı Doçenti.

** Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı.

1. Lapidaire terimi, Fransızca’da,

(1) Değerli taşların özellikleri hakkında yazılmış risale veya bu risalelerden birinin yazarı,

(2) Değerli taşları yontan işçi ve

(3) Elmasları ve saat parçalarını parlatmaya yarayan dönen taş anlamlarını taşımaktadır; bkz., Çoıillet-Flammarion, Dicüonnaire Usuel, Paris 1963, s.896; ancak bu anlamlardan sadece birincisi, cevâhirnâme terimine karşılık gelmektedir.

Lâtince’de taş anlamına gelen “Lapis”* kelimesinden türetilmiştir. Ayrıca Osmanlılar, cevherleri tanıtan yazarlara veya cevher alım-satımı ve üretimi ile uğraşan kişilere “Cevherî” veya “Ehl-i Cevahir” demişlerdir.

Bu çalışmamız, esasen iki bölümden oluşmuştur; Birinci Bö-lüm’de Yunan, Roma, İslâm ve Osmanlı dönemlerinde, cevherler hakkında yapılmış bazı önemli araştırmalar ana çizgileriyle tanıtılmış ve İkinci Bölüm’de ise, Osmanlı Dönemi’nde yazılmış biri manzum, diğeri ise mensur olan iki cevâhirnâme betimlenmiş ve bu konuya ilgi duyan araştırmacılar tarafından kullanılmaları için metinleri sunulmuştur.

BİRİNCİ BÖLÜM: YUNANLILAR’DAN OSMANLILAR’A CEVÂHİRNÂME TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

Yunan Dönemi

Jeoloji ve mineralojiye ilişkin ilk bilgiler, asırlar boyunca Mısır’daki, Yunanistan’daki ve başka ülkelerdeki maden ocaklarında yapılan kazılar sırasında toplanmıştır.

Ancak jeolojik sorunların, ilk defa Aristoteles’in Meteorologi-ca (Meteoroloji) adlı yapıtında tartışıldığı görülmektedir. Bu da oldukça doğaldır; çünkü Eskiçağ ve Ortaçağ’da, meteoroloji ve jeoloji, birbirinin içine girmiş ve meteorolojik olgular, Yerüstü Rüzgârları ile açıklanırken, jeolojik -ve dolayısıyla mineralojik- olgular, Yeraltı Rüzgârları ile açıklanmıştır.

Aristoteles’e göre, sürtme ve çarpma sonucunda ısınmış olan Yeraltı Rüzgârları, toprak ve su gibi temel unsurları etkileyerek madenlerin, yani metallerin ve taşların oluşumu sağlamıştık.

Plinus (M.S. 23-79), Naturalis Historia (Doğa Tarihi, M.S.77) adlı tanınmış yapıtının değerli taşlara ve metallere ilişkin olan

2. Bu kelimenin Yunanca karşılığı ise “Lithos”tur; bkz., H.G. Liddell ve R. ScottM Greek-English Lexicon, Oxford 1937, s.1048-1049.

3. George Sarton. A History of Science, Aneleni Science Through the Golden Age of Greece, Londra 1953, s.558-559.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 3

XXXVII. Kitab’ında, bu alanda otorite olan yirmi Yunanlı yazarın adını anar. Ancak bu yazarlar arasında, bilim tarihi açısından en önemli olanı, hiç kuşkusuz ki De Lapidibus (Taşlar Üzerine) adlı küçük bir incelemenin sahibi olan Theophras-tos’tur.

Aristoteles’in en ünlü öğrencisi olan Theophrastos, yaklaşık olarak M.Ö. 372 yılında Lesbos Adası’ndaki Eresos’ta doğmuştur. Atina’da öğrenim görmüş ve önce Platon’un (Yaklaşık M.Ö. 428/ 427-348/347) ve sonra hem üstadı ve hem de dostu olan Aristoteles’in (M.Ö. 384-322) mektebinde bulunmuştur. Aristoteles, Atina’dan ayrıldığında (M.Ö. 323), onun yerine geçmiş ve Aristoteles-çi Mekteb’in önderi konumuna yükselmiştir. Yaklaşık M.Ö. 287 yılındaki ölümüne değin bu mektebin sözcülüğünü yapmış ve Dioge-nes Laertius’un (3. yüzyıl) Peri Bion Dogmaton Kai Apophthegma-ton Ton En Philosophia Eudokimesanton (Meşhur Filozofların Yaşamları, Öğretileri ve Deyişleri Üzerine) adlı Yunan felsefesi tarihinde bildirdiğine göre, seksen beş yaşında vefat etmiştir.

Theophrastos’un bilim tarihi açısından en önemli iki yapıtı bitkilerle ilgilidir ve bunlardan biri Peri Phyton Historia (Bitkilerin Tarihi Üzerine) ve diğeri ise Peri Phyton Aition (Bitkilerin Nedenleri Üzerine) adlarını taşır. Bu yapıtlar, ardılları olan bitki-bilimci-ler tarafından, Theophrastos’un, bütün dönemlerin en büyük botanikçilerinden birisi ve botanik biliminin kurucusu olarak değerlendirilmesine yol açmıştır.

En iyi tanınan ve en çok kullanılan yapıtı ise, 30 çeşit karakteri betimlediği Kharakteres Ethikoi’dir (Halkların Karakterleri). Bilindiği üzere bu yapıt, sonraki dönemlerde oldukça etkili olmuş ve 17. yüzyıl Fransız düşünürlerinden ve eleştirmenlerinden Jean de La Bruyere (1645-1696), Les Caracteres de Theophraste traduits du grec avec les caracteres ou les moeurs de ce siecle (Theophrastos’un Yunanca’dan Çevrilmiş Karakterler’iyle Birlikte Bu Yüzyılın Karakterleri veya Gelenekleri, 1688) adlı tanınmış yapıtında,

Kharakteres Ethikoi’mn çevirisine bazı ekler yapma gereksinimi duymuştur*.

Physikon Doksai (Fizikçilerin Kanıları) adlı başka bir yapıtında ise, Theophrastos, Yunan filozoflarının düşüncelerini ayrıntılı bir biçimde betimlemiş ve tanıtmıştır.

Bunların dışında, döneminin diğer düşünürleri ve bilginleri gibi, Theophrastos da çeşitli alanlarda çok sayıda kitap yazmıştır. Birincil Önermeler, Doğa Felsefe sindeki Sorunlar, Astronomi Tarihi, Aşk, Meteoroloji, Sara, Hayvanlar, Hareket, Yasalar, Kokular, Şarap ve Yağ, Atasözleri, Su, Ateş, Geometri Tarihi*, Uyku ve Rüyalar, Erdem, Buluşlar, Müzik, Şiir, Tanrısal Varlıkların Tarihi, Siyâset ve Gök, Diogenes Laertius tarafından kendisine atfedilen 220 yapıttan sadece birkaçıdır*.

Aslında Aristoteles’in ve Theophrastos’un düşünsel ürünleri, öylesine çeşitli ve öylesine çoktur ki bunların öğrencileri tarafından yazılmış olan birçok yapıt, kuşkusuz ki bu iki yazara mâl edilmiştir; ancak üslup ve fikir benzerlikleri yüzünden böyle çalışmaların Ar’istotelesçi Mekteb’in yapıtları arasında sayılması ve üstadlarla ilişkilendirilmesi normaldir.

Bilim tarihçileri tarafından madenî cevherleri konu edinen ilk inceleme olarak nitelendirilen De Lapidibus adlı araştırma da, ba-zan bu kategoriye yerleştirilmiştir; çünkü üslûp açısından incelendiğinde görülmektedir ki tamamlanmış bir bilimsel yapıttan çok, öğrenciler tarafından tutulmuş ders notlarına dayanan bir derlemeye benzemektedir. Paragraflar oldukça kısadır ve ayrıntılı bir biçimde verilmiş olan bilgilerin hatırlanması maksadıyla yazılmış müsveddelerden ibâretmiş gibi görünmektedir’.

4. Bu yapıt Türkçe’ye de çevrilmiştir; bkz., Theophrastos, Karakterler, Yunanca Aslından Çeviren: Candan Şentuna. Ankara 1998.

5. Astronomi Tarihi ve Geometri Tarihi adlı yapıtları. Theophrastos’un bilim tarihi ile de ilgilendiğini kanıtlamaktadır.

6. Theophrastos, On Stones, İngilizce Yayımı Hazırlayanlar: Earle R. Caley ve John F.C. Richards, Ohio 1956, s.3-4.

7. Theophrastos, s.4. Bilim tarihçilerinden Sarton, taşlara ilişkin ilk bilimsel eserin Theophrastos tarafından yazıldığını belirtmekte ve kısaca şu bilgileri vermektedir: De

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLİLAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 5

Lapidibus, aslında Aristoteles’inmiş. Aristoteles. Doğa’yı oluşturan Âlem’leri, yani Madenler Âlemi’ni. Bitkiler Âlemi’ni ve Hayvanlar Âlemi’ni -Ortaçağ İslâm Dünyası’nda ve dolayısı ile Osmanlı Dünyası’nda bu üç âlemden söz eden ilme “İlm-i Mevâlîd-i Selâse” denilmiştir- aralarında paylaştırmış. Madenler Âlemi ile Bitkiler Âlemi. Theophrastos tarafından ve Hayvanlar Âlemi ise Aristoteles tarafından incelenmiş; bkz.. Sarton, s.559.

Theophrastos, De Lapidibus’da, üstadı Aristoteles’in yolundan giderek, taşlar ve metaller gibi birbirlerinden tamamen farklı olan iki tür madenî cevherin, Cansız Doğa içindeki oluşumlarını açıklamaya çalışır. Taşların toprak kökenli (Arzî) ve metallerin ise su kökenli (Âbî) olduğunu düşünür. Taşlar arasında Cansız Dünya’nın harikaları olan değerli taşlara, yani cevherlere özel bir önem atfeder. Yapıtının büyükçe bir kısmı, yaklaşık dörtte biri bunlarla ilgilidir ve sonraki araştırmacılar daha çok bu kısımdan yararlanmıştır. Cevherleri betimlerken, genellikle ağırlık, renk, saydamlık, parlaklık, kırılganlık, eriyebilirlik ve sertlik gibi fiziksel özellikleri kullanmıştır. Ayrıca, bazı cevherlerin bulunabileceği yerleri ve satılabilecekleri fiyatları göstermiştir. Yapmış olduğu betimlemeler, birçok taşın tanınması için yeterlidir; bunlar arasında kaymak taşı, ametist, amber, zümrüt, lâ’l, lâciverd, yeşim, akik, billur, bakır taşı, mıknatıs ve hematit gibi taşlar da bulunmaktadır; ancak diğer birçok taşın ne oldukları bilinmemektedir; meselâ “Adamas” adlı bir taşın nitelikleri sıralanırken, ateşten etkilenmediği söylenmektedir; buna göre adamas, elmas olabilir; ancak yine de, bu hususta kesin bir şey şey söylemek mümkün görünmemektedir.

Theophrastos’un bilgi birikimi, Dünya’nm dörtte birlik kısmından, yani Akdeniz’i çevreleyen Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarından gelmiştir ve çoğu, çok eski dönemlerde, muhtemelen Babilliler ve Mısırlılar ve hatta tarih-öncesi kavimler tarafından üretilmiştir. Bu nedenle bazı akıl-dışı veya bilim-dışı anlatımlarla karşılaşmak olasıdır ve bu anlatımlar, genellikle taşların büyüleyici ve iyileştirici özelliklerinin sıralandığı yerlerde, gerçekle olan ilintilerini iyiden iyiye kaybederler. Ancak bir bütün olarak yapıt, dikkati çekecek ölçüde aklî ve ilmîdir. Ulaşmış olduğu sonuçlardan bazıları doğrudur. Meselâ Theophrastos, incilerin istiridyeler tarafından salgılandığını ve mercanların denizde yetiştiklerini bilmektedir.Theophrastos, De Lapidibus”da madenlerin ve özellikle de değerli taşların oluşumunu şöyle açıklar:

“Yerde oluşan cevherlerin bazıları sudan ve bazıları ise topraktan varlığa gelir. Maden ocağından çıkarılan altın, gümüş ve diğer metaller sudan, içinde değerli taşların da -cevherlerin- bulunduğu taşlar ise topraktan gelir… Metaller başka bir yerde tartışıldığı için, şimdi taşlar hakkında konuşalım.

Genellikle şurasını göz önünde bulundurmamız gerekir ki taşların hepsi, bir akma veya bir sızmanın sonucu olarak an ve türdeş bir maddeden oluşur veya yukarıda açıklandığı gibi, diğer bir yolla ayrışmış maddeden oluşur. Çünkü muhtemelen bazıları, bu yollardan biriyle, bazıları diğeriyle ve nihayet bazıları da başka bir yolla meydana gelir. Bu nedenle taşlar pürüzsüzlüklerini, yoğunluklarını, parlaklıklarını, saydamlıklarını ve bunlara benzer diğer niteliklerini kazanırlar ve ne kadar arı ve türdeş iseler, nitelikleri o kadar belirgin olur. Genelde, nitelikler, taşların biçimlenmesi ve katılaşmasın-daki kesinliğe göre oluşur.

Bazı nesneler sıcaklık tarafından ve diğer bazı nesneler ise soğukluk tarafından katılaştınlır…”»

İnci ve mercan hakkında ise şu bilgileri verir:

“İnci: Seçkin taşlar arasında, başka bir tane daha vardır ki inci diye adlandırılır; bu, doğası gereği yarı saydamdır ve değerli gerdanlıklar bundan yapılır. Bir istiridyede oluşur ve pirinaya benzer (Ancak ondan daha küçüktür. İncinin büyüklüğü, büyük bir balık gözünün büyüklüğü kadardır); Hindistan’daki ve Kızıldeniz’deki bazı adalarda çıkarılır. Bunlar, ender mükemmellikteki taşlardan sayılırlar.”

“Mercan: Bir taşa benzeyen mercanın rengi kırmızıdır ve bir kök gibi yuvarlaktır; denizde yetişir. Ve bir bakıma, taşlaşmış Hint kamışı, doğası itibariyle mercandan çok farklı değildir. Fakat bu başka bir araştırma konusudur”^.

Taşlarla ilgili bazı işlemleri de anlatmıştır:

“Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, bazı taşlar da herhangi bir işleme boyun eğmeme gücüne sahiptir; meselâ, demir araçlarla değil, sadece diğer taşlarla kesilebilirler. Umumiyetle daha büyük taşlan işleme yöntemlerinde büyük bir farklılık vardır; çünkü bir kısmı doğranabilir, bir kısmı oyulabilir ve nihayet diğer bir kısmı ise, Manisa Taşı’» gibi bir torna tezgâhı üzerinde yuvarlaklaştırılabi-lir. Görünümü olağanüstüdür ve bazı kişiler, gümüşle hiçbir ilişkisi olmamasına karşın, ona benzemesine hayret ederler””.

Öyle anlaşılmaktadır ki Theophrastos’un De Lapidibus’u, Eskiçağ ve Ortaçağ’da yazılan bütün cevâhirnâmeleri büyük ölçüde etkilemiştir.

Roma Dönemi

Bu dönemin önde gelen doğa-bilginlerinden ve düşünürlerinden Plinius da bu konuyla ilgilenmiş ve yukanda da belirtildiği üzere, Naturalis Historia adlı tanınmış eserinin XXXVII. Kitab’ını değerli taşlara ayırmıştır. Bu bölümü yazarken, Plinius’un, De Lapidi-bus’n ve döneminde okunan diğer cevâhirnâmeleri kullandığı görülmektedir. Ancak Theophrastos ve Plinius’un yapıtları arasında yapılacak küçük bir karşılaştırma, De Lapidibus’un bilim tarihi açısından çok daha önemli olduğunu göstermeye yetecektir; çünkü, Plinius’un bilgisi, Theophrastos’un bilgisinden daha fazla olabilir, ama Theophrastos’un bilgisi, Plinius’un bilgisinden daha bilimseldir^.

Bilindiği üzere, Naturalis Historia, otuz yedi kitaptan oluşur ve Eskiçağ’da üretilen doğa-bilimleri ile ilgili bütün bilgileri derler».

10. Mıknatıs.

11. Theophrastos, s.53-54.

12. Sarton, s.559-561.

13. Naturalis Historia’nm içeriği kabaca şöyledir: Birinci Kitap: Yapıtın yazılışı sırasında yararlanılan yazarların ve yapıtların adları ve sonraki otuz altı kitapta yer alan konuların ayrıntılı bir dökümü. İkinci Kitap: Kozmoloji ve astronomi. Üçüncü ve Altıncı Kitaplar: Genel coğrafya. Yedinci Kitap: İnsan ve insanın yaratıları. Sekizinci ve On Birinci Kitaplar: Hayvanlar. Beslenmeleri, üremeleri ve bunlardan elde edilen ürünler ve iktisadî değerleri. İnsan ve hayvanların karşılaştırmalı anatomisi, fizyolojisi ve morfolojisi. Burada bulunan bilgilerin çoğu Aristoteles’ten alınmıştır. On İkinci ve On Dokuzuncu

Yapıt, sonraki dönemlerde çok beğenilmiş ve hem biçim hem de içerik açısından taklit edilmiştir. Meselâ el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ı ile Ahmed-i Bîcân’ın Dürr-i Meknûn’u gibi İslâmî yapıtlar bile, Naturalis Historia’nm İslâm Dünyası’ndaki türevleri olarak görülebilir.

İslâm Dönemi

Ortaçağ İslâm Dünyası’nda “Mevâlîd-i Selâse” (Üç Çocuk) olarak adlandırılan, Madenler Âlemi, Bitkiler Âlemi ve Hayvanlar Âlemi, sırasıyla mineraloji (maden-bilim), botanik (bitki-bilim) ve zooloji (hayvan-bilim) bilimleri tarafından incelenmiş olmasına karşın, bu bilimleri ve bu arada mineralojiyi, müstakil bir alan olarak düşünmek oldukça güçtür; çünkü meselâ mineraloji alanına sokulabilecek bilimsel yapıtların, mineralojinin dışında (veya bununla bağlantılı olarak), simya (veya kimya), metalürji, jeoloji, tıp ve sihir gibi en az beş alanla daha yakın bir ilişkisi bulunmaktadır.

Müslümanlar, 8. yüzyıldan başlayarak, taşlar ve metaller konusunda kendilerinden önce yazılmış olan bilimsel yapıtları lisanlarına çevirmişler ve kullanmışlardır. Yunan, İran ve Hint uygarlıkla-rıyla bağlantı kurdukları bu dönemde, özellikle Sokatos, Xeuskra-tes, Bolos Demokritos, Trallesli Alexandrios, Dioscorides, Galenos ve Tyanah Apollonios gibi Yunanlı yazarlardan büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Fakat Müslüman doğa-bilginleri tarafından yazılan cevâhirnâ-melerin biçimini ve içeriğini belirleyen en önemli ve en etkili iki çalışmadan birisi 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Kitâb el-Ahcâr (Taşlar) ve diğeri ise Kitâb Sırr el-Esrâr’dır (Gizlerin Gizi)’*; her iki yapıt da, Eskiçağ’ın son dönemlerinde etkili olmaya başlayan

Kitaplar: Bitkiler. Tarım, tarım yöntemleri ve araçları, ekim ve dikimi yapılan bitkiler, zeytin, pamuk, keten ve üzüm gibi bitkilerin iktisâdi değerleri, sebzecilik ve şarapçılık. Burada bulunan bilgilerin çoğu ise. Theophrastos’tan alınmıştır. Yirminci ve Yirmi Yedinci Kitaplar: Nebatî İlaçlar. Yirmi Sekizinci ve Otuz İkinci Kitaplar: Hayvanî İlaçlar. Otuz. Üçüncü ve Otuz Yedinci Kitaplar: Madenler: Metaller ve Taşlar; bunların üretilmesi ve çeşitli alanlarda kullanılması.

14. Bu yapıtın Roger Bacon tarafından Secretum Secretorum başlığı altında yapılan Latince çevirisi Avrupa’da çok meşhur olmuştur.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 9

Acemce, Süryânîce ve Yunanca kaynaklardan yapılmış birer derleme görünümündedirler ve dönemlerindeki Aristoteles Mektebi’nin mineraloji konusunda yapmış olduğu araştırmaların küçük bir kısmını içerirler; esasen metallerin ve taşların büyüsel özellikleri ile ilgilidirler”.

9. yüzyılda yaşamış Mu’tezile mütekellimlerinden meşhur Ebû ‘Osman el-Câhiz (Doğumu 767-777 yılları arası-Ölümü 869), Kitâb el-Tebassur bi’l-Ticâre (Ticâret Üzerine Düşünceler) adlı yapıtında, ziynet eşyası, mücevherler ve ıtriyat gibi değerli ticarî malların, yapımı ve alım-satımı konularını incelemiştir’*.

Bu yüzyılın önde gelen düşünürlerinden ve bilginlerinden olan ve Araplar arasında “Feylesofu’l-‘Arab” (Arap Filozofu) lakabıyla tanınan Ebû Yûsuf Ya’kûb ibn İshâk el-Kindî’nin (801-873), değerli taşlarla ilgili iki eseri mevcuttur ve bunlardan birisi Risale fi Enva’ el-Cevâhir el-Semîne ve Gayrihâ (Değerli ve Değersiz Taşların Türleri Hakkında Risale) ve diğeri ise Risale fi Enva’ el-Hicâre ve el-Cevâhir (Taşların ve Değerli Taşların Türleri Hakkında Risale) başlığını taşımaktadır.

Ayrıca el-Kindî, metalürji ve kılıç yapma sanatı üzerine önemli bir risale daha yazmıştır ki Risale fî Enva’ el-Suyûf el-Hadîd (Demir Kılıçların Çeşitleri Üzerine) adlı bu eser, konusunda yazılmış ilk Arapça eserdir.

Daha sonraki dönemlerde, bu çalışmaları, Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin, Ebû Bekr Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî’nin, İh-vânü’s-Safâ’nın ve Muhammed ibn Ahmed el-Temîmî’nin çalışmaları izlemiştir.

10. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve İhvânü’s-Safâ’ adıyla tanınan İsmâ’îlî eğilimli dinî-felsefî birliğin üyeleri de bu konuyla ilgilenmişlerdir. Eskiçağ’da ve Ortaçağ’da yaşayan düşü-

15. Bu yapıtlar ve İslâm Dünyası’nda kullanılan diğer yapıtlar konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz.. Seyyed Hossein Nasr, Islamic Science, An lllustrated Study, Kent 1976, s.52-54 ve Seyyed Hossein Nasr, Science and Civilization in islam, Massachusetts 1968, s.110 ve 116.

16. Ramazan Şeşen, “Câhiz”, TDVİslâm Ansiklopedisi, Cilt 7. İstanbul 1993, s.22.

10 –

17. T.J. De Boer. “İhvânü’s-Saf┑, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5/2, İstanbul 1988, s.946-947.

18. Zülfikar Tüccar, “Dîneveıi. Nasr b. Ya’kûb”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9. İstanbul 1994.S.359.

19. Ayrıntılı bilgi için bkz., Georges C. Anawati, “Arabic Alchemy”, Encyclopedia ofthe Historv of Arabic Science, Editör: Roshdi Rashed, Cilt 3, Londra 1996. s.867-869.

nürlerin ve bilginlerin ürettikleri bilgi birikimini derlemek ve kendilerine özgü İslâm anlayışları çerçevesinde yeniden yorumlamak isteyen İhvânü’s-Safâ’ üyeleri, 52 risaleden oluşan el-Resâ’il (Risaleler) adlı büyük bir yapıt derlemiş ve bu yapıtın risalelerinden birini madenlere ayırmıştır”.

Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin (Ölümü 1020?), Hukka el-Cevâhir fî el-Mefâhir (Övünülecek Cevherler Kutusu) adlı bir eseri mevcuttur’* ve muhtemelen değerli taşlarla ilgilidir.

El-Temîmî’nin Kitâb el-Mürşid’i, metaller ve taşlar konusunda yazılmış büyük bir eserdir ve sonraki doğa-bilginleri tarafından bolca kullanılmıştır.

Bilindiği üzere, büyük düşünürlerden ve hekimlerden Ebû Bekr Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî (864-930), simya ile ilgili çalışmalarını Sırr el-Esrâr (Secretum Secretorum) adlı yapıtında toplamış ve burada cevherleri, madenî, nebatî ve hayvânî olmak üzere üçe ayırdıktan sonra, madenî cevherleri altı sınıfa bölmüştür:

(1) Ruhlar

(2) Cesedler

(3) Taşlar

(4) Zaçlar

(5) Borakslar

(6) Tuzlar

Ona göre, civa, nisadır ve kükürt gibi cevherler, birer ruh, altın, gümüş ve bakır gibi cevherler birer cesed ve nihayet, elmas, yakut ve fîrûze gibi cevherler ise birer taştır ve bunlardan herbiri farklı bir fiziksel sürecin sonunda oluşmuştur’?.

Değerli ve değersiz taşlara ilişkin en seçkin yapıtlar ise, el-Bîrûnî ile İbn Sînâ’nın kaleminden çıkmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 11

George Sarton tarafından bütün dönemlerin en büyük bilginlerinden birisi olarak nitelendirilen» Ebû el-Reyhân Muhammed ibn Ahmed el-Bîrûnî de (973-1061?) bu konuyla ilgilenmiş ve Kitâb el-Cemâhirfî Ma’rife el-Cevâhir (Cevherlerin Bilgisi Hakkında Bilginlerin Kitabı) adını taşıyan yapıtında, metallerin ve taşların ayrıntılı betimlemelerini ve özgül ağırlıklarını vermiştir^.

Ortaçağ İslâm Dünyası’nda mineraloji hakkında yazılmış en iyi yapıt olarak görülen ve 1043 yılında Gazneli hükümdarı Sultân Mevdûd’a sunulan bu yapıt, iki bölümden oluşmuştur.

Birinci Bölüm, bir fasıl ile on beş “tervîh”e (dinlendirme) ayrılmış ve burada dengeli bir siyasî ve iktisadî hayat için sağlıklı bir mübadele sisteminin şart olduğuna temas edilmiştir. El-Bîrûnî’ye göre, böyle bir sistemin düzenli bir biçimde işleyişine mani olan iki sebep mevcuttur ve bunlardan birisi kalpazanlık, diğeri ise insanlardaki biriktirme hırsıdır. Bunlar devlet tarafından önlenmedikçe, maliyeyi düzetmek mümkün değildir.

İkinci Bölüm ise bir fasıl ile iki makaleye ayrılmış ve öncelikle bu yapıtın yazılması sırasında yararlanılan kitaplar tanıtılmıştır. Bunlar arasında, el-Kindî’nin günümüze ulaşmayan Risale fî Enva’ el-Cevâhir ve el-EşbâhP, Nasr ibn Ya’kûb el-Dîneverî’nin Hukka el-Cevâhir fî el-Mefâhir ve ayrıca yanlış olarak Aristoteles’e nisbet edilen Kitâb el-Ahcâr* da bulunmaktadır. Sonra Birinci Makale’de taşlar ve İkinci Makale’de ise metaller ayrıntılı bir biçimde tanıtılmış ve bunlardan bazılarının özgül ağırlıkları belirlenmiştir».

Madenlerin oluşumu açıklanırken, geleneksel Kükürt-Civa Kuramı kullanılmıştır; ancak simyagerler eleştirilmiş ve bakır ve gümüş gibi metallerin bir takım simyevî işlemlerle altına dönüştürülmesinin olanaksız olduğu belirtilmiştir.

20. George Sarton, Introduction to the History of Science, Cilt 1, Baltimore 1927, s.707. El-Bîrûnî’ye ilişkin mükemmel bir tanıtım için bkz., Günay Tümer, “Bîrûnî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1992, s.206-215.

21. Nasr, 1968, s.l 12.

22. Bu eserin, yukarıda adlan verilen iki eserden biriyle bağlantısı olabilir.

23. El-Bîrûnî, bu eserin Aristoteles’e âit olamayacağını söylemektedir.

24. El-Bîrûnî’nin bu yapıtına ilişkin olarak bkz., Günay Tümer. “el-Cemâhir”, 773V İslâm Ansiklopedisi. Cilt 7, İstanbul 1993, s.295-296.

12

Bilindiği üzere, Ortaçağ’da yürürlükte bulunan Aristoteles Fiziği çerçevesinde geliştirilmiş olan bu Kükürt-Civa Kuramı’na göre, her şey gibi, madenler de 4 unsur veya öge olarak adlandırılan toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur ve Yer’in derinliklerinde, bu 4 unsur tarafından oluşturulan kuru buğular (kükürt) ve yaş buğular (civa), farklı oranlarda birleşerek ve basınç da dahil olamak üzere farklı koşullardan etkilenerek, çeşitli metalleri ve değerli taşları meydana getirmişlerdir.

Madenlerin özgül ağırlıklarının belirlenebilmesi için piknomet-reye benzeyen bir alet geliştiren el-Bîrûnî, bu aletle çok sayıda ölçüm yapmıştır. Bu ölçümler esnasında, alet su ile doldurulmuş ve özgül ağırlığı istenen cisim bunun içine daldırılmıştır. Taşan su, aletin taşma borusundan başka bir kaba iletildiği için, buradan alınarak duyarlı bir terazi ile tartılmış ve sonra cismin özgül ağırlığı kolaylıkla belirlenmiştir.

El-Bîrûnî bu konudaki çalışmalarını 8 farklı metal, 15 farklı taş ve 6 farklı sıvı üzerinde yürütmüş ve metallerden altın ve civayı, taşlardan ise zümrüt ve kuartsı ölçüt alarak bazı metal ve taşların özgül ağırlıklarını belirlemiştir. El-Bîrûnî’nin bulduğu değerlerle çağdaş değerler karşılaştırıldığında aralarında büyük bir yakınlığın bulunduğu görülmektedir.

El-Bîrûnî’ııin        Bulduğu Değerler                       Çağdaş Değerler

Metaller Altına Göre        Civaya Göre

Altın      (19,26) 19,05    19,26

Civa      13,74    (13,59) 13,59

Bakır     8,92      8,83      8,85

Pirinç    8,67      8,58      8,4 (Yaklaşık)

Demir    7,82      7,74      7,79

Kalay    7,22      7,15      7,29

Kurşun   11,40    11,29    11,35

Taşlar    Zümrüte Göre    Kuartza Göre

Safir      3,91      3,76      3,90

Yakut    3,75      3.60      3,52

Zümrüt  (2.73)   2.62      2,73

İnci       2,73      2,62      2,75

Kuartz   2,53      (2,58)   2,58

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 13

25. Ayrıntılı bilgi için bkz., Aydın Sayılı, “Doğumunun 1000’inci Yılında Beyrunî”, Beyrunî’ye Armağan, Ankara 1974, s.23-27; Sayılı^bu çalışmasında, yararlanmış olduğu kaynakları belirtmemiştir.

26. Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, İkinci Baskı, Ankara 1998, s.l98’den naklen.

El-Bîrûnî, suyun sıcak veya soğuk olmasının, özgül ağırlığı etkilediğini söylemiş ve yapmış olduğu deneyler sonucunda sıcak ve soğuk su arasında 0,05 oranında bir farkın bulunduğunu belirlemiştir; ancak bu dönemde, günümüzde kullanılanlara benzeyen bir ısı belirleme aleti, yani termometre olmadığı için, hangi derecede ne kadar fark olduğunu tesbit edemememiştir; dolayısıyla verilen değerleri niceliksel olarak değerlendirmek mümkün değildik.

Kitâb el-Cemâhir fî Ma’rife el-Cevâhir’de, değerli taşlardan yakut başta olmak üzere, safir, elmas, korindon, zümrüt, akik, oniks, billur, yeşim, magnetit, serpantin, fîrûze, mercan, inci ve cam hakkında bilgiler verilmiştir. Zümrüt ve yeşimle ilgili gözlem ve deneyleri, el-Bîrûnî’nin bilim anlayışını sergilemesi açısından oldukça önemlidir. Zümrütün yılanların gözünü kör ettiğine ve yeşimin yağmur yağdırmakta etkili olduğuna ilişkin yaygın inançları, yapmış olduğu deneylerle çürütmüştür.

Meselâ yeşimle ilgili olarak şunları söylemektedir: Yeşim taşı, merkezi Ahma olan Hoten bölgesindeki iki vadiden çıkar. Bu vadilerden birine Kâş, diğerine ise Karâkâs denir. Rivayete göre, yeşime veya bu taşın bir cinsine “Galebe Taşı” adı verilir; çünkü, Türkler kılıçlarını, kemerlerini ve atlarının eğerlerini, muharebede galibiyete ulaşmak için, bu taşla süslerler. Diğer milletler de bu konuda Türkler’e uymuşlardır. Nasr, bu taşın özellikleri hakkında şunları belirtir: Bu taş, firuzeden daha serttir; rengi, süt rengine benzer; seller, bu taşı, dağlardan Türklerin ülkesindeki Sû denen bir vadiye getirirler^.

Muhtemelen, Meteorologica’mn Üçüncü Kitab’ının sonunda, Aristoteles, açıkça Peri Metallon (Metaller Üzerine) veya Peri Lit-hon (Taşlar Üzerine) adında bir eser yazacağını söylediği için, Ortaçağ Hıristiyan Dünyası’nda, De Congelatione et Conglutinatione Lapidum başlığını taşıyan ve madenlerin oluşumuyla ilgili ayrıntılı

14

bilgiler veren bir eserin, Aristoteles’in yazılarının bir bölümü olduğuna inanılmış ve genellikle Liber de Mineralibus Aristotelis adıyla Meteorologica’mn Dördüncü Kitabı’nın sonuna eklenmiştik.

Ancak bugüne değin, taşlara ilişkin bir eser yazdığı kanıtlana-madığı için, tarihçiler, Aristoteles’in Meteorologica’da vermiş olduğu sözü tutup tutmadığı konusunda kuşkuya düşmüşlerdir. Bazıları hiç duraksamadan, bunu Aristoteles’e yakıştırmışlar ve diğer bazıları ise, metnin çok sayıda Arapça özel isimler içermesinden yola çıkarak, bunun Arapça bir eserin çevirisi olabileceğini düşünmüşlerdir.

Holmyard ve Mandeville adlı bilim tarihçileri, bu sorun üzerinde yapmış oldukları küçük bir araştırma sonucunda, gerçeği ortaya çıkarmışlar ve Liber de Mineralibus Aristotelis m, Ortaçağ İslâm Dünyası’nın en büyük bilginlerinden ve düşünürlerinden İbn Sina’nın (980-1037) Kitâb el-Şifâ’ adlı yapıtının madenî cevherlerin oluşumuyla ilgili “El-Fenn el-Hâmis min el-Tabî’iyyât” (Beşinci Bölüm Doğa Üzerinedir) ve “Fasl fî Tekevvün el-Ma’deniyyât” (Madenlerin Oluşumu Üzerine) başlıklarını taşıyan bölümlerinin kısmen çevirisi ve kısmen de özeti olduğunu göstermişlerdir.

Bilindiği üzere İbn Sînâ, dostu el-Cuzcânî’nin isteğini yerine getirmek için Aristoteles’in bütün yapıtları üzerine genel bir yorum yazmaya girişmiş ve sonuçta Kitâb el-Şifâ’ adlı muhteşem yapıtı ortaya çıkmıştır».

Bilimsel açıdan bakıldığında, İbn Sînâ’nın taşların, kayaların ve dağların oluşumuna ilişkin görüşleri, çok ilginçtirler ve jeolojik olgular üzerinde hayret edilecek ölçüde doğru bir kavrayışa sahip olduğunu gösterirler. Benzer değerlendirmeler, madenlerin doğasına ilişkin kuramları ve özellikle de, simyagerlere ve onların bakır ve gümüş gibi metalleri altına dönüştürme girişimlerine yönelik amansız eleştirileri söz konusu olduğunda da geçerlidir*».

27. Anavvati, s.876-877.

28. Avicennae. De Congelatione et Conglutinatione Lapidum, Being Sections of the Kitâb al-Shifâ’, Yayıma Hazırlayanlar: E.J.Holmyard ve D.C.Mandeville, Paris 1927, s.1.

29. Avicennae, s.ll.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 15

30. Avicennae, s.18-22.

İbn Sina’ya göre, genellikle taşlar, (a) kilin sertleşmesi veya (b) suyun donması sonucunda oluşurlar. Aslında birçok taş, bir cevherden oluşur ki bu cevherde topraklık baskındır ve diğer birçok taş ise başka bir cevherden oluşur ki bu cevherde suluk baskındır.

Kil kurur ve ilkin taş ile kil arasında bir ara-maddeye, yani yumuşak bir taşa ve daha sonra sert bir taşa dönüşür. Bu dönüşüme en uygun olan kil, yapışkan olandır; çünkü şayet yapışkan değilse, taşlaşmadan önce ufalanır:

“Çocukluğumda, Ceyhun Nehri’nin kıyısında, kilden bir tortunun oluştuğunu ve insanların bu tortuyu başlarını yıkarken kullandıklarını görmüştüm; çok daha sonra müşahede ettim ki tortu, yumuşak bir taşa dönüşmeye başlamıştı ve bu yaklaşık 23 yıllık bir süre içinde gerçekleşmişti.”

Akan sudan da, taş oluşabilir ve bunun iki yolu vardır: (a) Damla damla düşerken veya bir bütün halinde akarken su donabilir veya (b) Su akarken kendiliğinden tortu bırakabilir, öyle ki bu tortu, dere yatağının yüzeyine yapışır ve sonra taşlasın.

İbn Sînâ’ya göre, madenî cevherler,

(a) Taşlar

(b) Eriyebilir cevherler, yani metaller

(c) Kükürtler

(d) Tuzlar

olmak üzere, kabaca dörde bölünebilir ve bunun nedeni şudur: Madenî cevherlerden bazıları, özleri bakımından veya düzenlenişleri ve bütünlükleri bakımından güçsüz ve diğer bazıları ise güçlüdürler. Güçlü olanlardan bazıları dövülebilir (Metaller), bazıları ise dö-vülemez (Taşlar); ve yine güçsüz olanlardan bazıları, tuzlu bir doğaya sahiptirler (Tuzlar) ve rutubette kolaylıkla eriyebilirler; diğer bazıları ise yağlı bir doğaya sahiptirler (Kükürtler) ve rutubette kolaylıkla erimezler.

Bütün dövülebilir cevherler, yani metaller erirler; çünkü bunların maddesi âbî (susal) bir cevherdir; öyle ki bu âbî cevher, arzî

16

(topraksal) cevherle öyle sıkı bir biçimde birleşmişdir ki ikisini birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bu âbî cevher, soğuk tarafından dondurulmuş ve daha sonra sıcak tarafından pişirilmiştir. Buna rağmen, dövülebilir cevherler, hâlâ diridirler ve yağlı doğaları nedeniyle donmamışlardır.

Taş türünden olan madenî cevherlere gelince, bunların maddesi yine âbî cevherdir; fakat bunlar soğuk tarafından değil, kuruluk tarafından dondurulmuşlardır, öyle ki bu kuruluk, suyu toprağa dönüştürmüş ve taşları oluşturmuştur. Bunlar yağ içermezler ve bu nedenle dövülemezler.

Nisadır ise bir tuzdur. Tuzlar, arzî olmaktan çok nârîdir (ateş-sel) ve bu nedenle maddenin katı halinden gaz haline geçebilirler. Çok seyrek, ama aşırı derecede ateşli olan sıcak bir dumanla karışmış sudan oluşmuş ve kuruluk tarafından pıhtılaştınlmışlardır.

Kükürtlere gelince, bunların âbî cevherleri, ısının mayalama etkisi altında, doğaları yağlı oluncaya kadar, toprak ve havayla güçlü bir biçimde mayalandırılırlar ve daha sonra soğuk tarafından katı-laştırılırlar3i.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İbn Sînâ’ya âit olan De Mineralibus,

(a) Madenî cevherlerin oluşumunu anlatır ve tamamen Aristoteles Fiziği’ne dayanır.

(b) Değerli taşların türlerine ve özelliklerine ilişkin bilgi vermez.

Mağrib’de, yani Batı İslâm Dünyası’nda da bu konuyla ilgilenen yazarlar olmuştur. Mesleme ibn Vaddâh el-Kurtûbî el-Mecrîtî, Ravda el-Hadâ’ik ve Riyâd el-Hakâ’ik (Bahçelerin Çimeni ve Gerçeklerin Çayırı) adlı yapıtının büyük bir bölümünü madenlere ayırmıştır. Hatta Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn ‘Arabî, Tedbîrât el-İlâ-hiyyefı Islâh Memleket el-İnsâniyye (İnsanlık Ülkesinin Düzeltilmesinde Tanrısal Önlemler) adlı eserinde taşların gizli özelliklerine değinmiştir.

31. Avicennae, s.33-36.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 17

Bu konuya ilişkin çalışmalar, 12. yüzyıldan sonra da sürmüş ve Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî, Nasîrüd-dîn-i Tûsî ve Ebû el-Kâsım el-Kâşânî gibi araştırmacılar tarafından önemli risaleler yazılmıştır.

Bunlardan Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî (Ölümü 1253), cevherlere ilişkin en iyi yapıtlardan biri olarak görülen Ezhâr el-Efkârfî Cevahir el-Ahcâr’mda, geleneksel yönteme uygun olarak, değerli ve yan değerli taşlan ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştık.

Ezhâr el-Efkâr fî Cevahir el-Ahcâr, bir giriş ile yirmi dört bölümden oluşmuştur; Giriş’te cevherlerin oluşum biçimleri, genel özellikleri ve değerleri belirtilmiş ve bölümlerde ise sırasıyla yakut, zümrüt, zebercet, balhaş, benefş, becâdî, elmas, ‘aynü’l-hin, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur ve talk cevherlerine ilişkin bilgiler verilmiştik.

Aşağıda da görüleceği gibi, Osmanlı cevâhirnâme geleneği üzerinde en etkili yazarlardan birisi el-Tîfâşî’dir; çünkü söz konusu yapıtı, 15. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden el-Şirvânî tarafından, iki kere Türkçe’ye uyarlanmış ve birincisi Cevhernâme ve ikincisi ise Tuhfe-i Murâdî adıyla Osmanlı cevherîlerinin kullanımına sunulmuştur.

İslâm Dünyası’nda, daha çok “Hoca Nasîrüddîn” veya “Nasî-rüddîn-i Tûsî” olarak tanınan Nasîrüddîn Ebû Ca’fer Muhammed ibn Muhammed ibn el-Hasan el-Tûsî de (1201-1274)34, SOnraki dönemlerde Müslüman cevherîler ve yazarlar tarafından yaygın bir biçimde kullanılacak bir cevâhirnâme yazmıştır. İlhanlı Sultanı Hülâ-gu Han’a sunulduğu için Tansûhnâme-i İlhanı* olarak adlandırılan

32. J. Ruska, “Tîfâşî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12/1. İstanbul 1979, s.263-264.

33. Bu yapıt, çok sonraları, İtalyan bilginlerinden Biscia tarafından İtalyanca’ya da çevrilmiştir; bkz., Antonio Raineri Biscia, Fior di Pensleri sulle Pietre Preziose di Ahmed Teifasclte, Floransa 1818; bu çalışmada 1906’da Bologna’da yayımlanan ikinci baskısı kullanılmıştır.

34. Daha fazla bilgi için bkz., R. Strothmann ve J. Ruska, “Tûsî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12/2, İstanbul 1988, s.132-134.

35. Terkipteki ilk kelime muhtelif kaynaklarda, muhtelif biçimlerde yazılmıştır; doğrusu “Tensûhnâme”dir; Farsça’da “Tensûh”, “(1) pek az bulunan güzel şey; (2) içinde,

18

bu eser, bir mukaddime ile dört makaleden oluşmuştur; Birinci Makale’de cevherlerin oluşumuna, İkinci Makale’de özelliklerine, yararlarına, zararlarına, değerlerine ve perdahlanmalarına, Üçüncü Makale’de “el-Filizât el-Seb’a” (Yedi Filiz) olarak adlandırılan altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve hâr-ı sînî (Çin Dikeni; bakır-kalay alaşımı) gibi madenlerin çıkarılmalarına ve kullanılmalarına ve nihayet Dördüncü Makale’de ise misk, anber, öd, kâfur, sandal gibi ıtırların, yani hoş kokulu bitkilerin üretilmelerine ilişkin ayrıntılı bilgiler verilmiştir.

Tansûhnâme-i İlhâmnm İkinci Makale’sinde, altmış beşi aşkın cevherin tanıtıldığı görülmektedir; ancak bunlardan temel cevher olarak değerlendirilen yakut ve türleri dışında, zümrüt, elmas, lâ’l, firuze, bîcâde, mervârîd ve akîk daha ayrıntılı, geriye kalan cevherler ise daha yüzeysel incelenmiştir; bu durum, Müslümanların hangi cevherleri daha çok önemsedikleri hususunda bir fikir vermektedir.

Eser, aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlılar Dönemi’nde Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Osmanlı cevherîleri tarafından yoğun bir biçimde kullanılmıştır.

Ayrıca el-Kazvînî, Hamdullah el-Müstevfî, Şemsüddîn el-Ak-fânî, İbn el-Esîr, İbn el-Cevzî ve Dâvûd el-Antâkî gibi kozmoğraf-ya ve coğrafya yazarları da, yapıtlarında bu konuya ayrıntılı olarak yer vermişlerdir.

Bunlardan Zekeriyyâ ibn Muhammed ibn Mahmûd el-Kazvî-nî’nin (1203’e doğru-1283) ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât adlı eserinin, Sufliyyât’tan, yani Ay-altı Evren’den bahseden İkinci Makalesi’nin Birinci Bölüm’ünde, madenler ele alınmıştır. Genel bir tanıtımın ardından, madenler, filizler ve taşlar olmak üzere iki kısma ayrılmış ve Birinci Alt-bölüm’de yedi filiz ve İkinci Alt-bölüm’de ise harf sırasına göre, 125 civarındaki değerli,

çeşitli güzel kokular bulunan yuvarlak kutu” anlamlarına gelmektedir; bkz., Ferit Devellioğlu, Osmanltca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. Baskı, Ankara 1999, s.1081.

36. Muhammed ibn Muhammed ibn Hasan-ı Tûsî, Tensûhnâme-i İlhânî, Giriş ve Açıklamalarla Yayıma Hazırlayan: Seyyid Muhammed Takî Müderris-i Razavî, İkinci Baskı, Tahran 1363/1984.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

19

yarı-değerli ve değersiz taşlar tanıtılmıştır. Oldukça geniş olan bu son alt-bölümdeki bilgilerin büyük bir kısmının, başta Aristoteles ve İbn Sînâ olmak üzere, birçok yazardan derlendiği görülmektedir. Meselâ fildişi ve lâciverd hakkında şunlar yazılmıştır:

“Fildişi: İbn Sînâ demiştir ki fildişi, çıban ve yaralardaki kanın akışını durdurur”38.

“Lâciverd: Aristoteles demiştir ki lâciverd, rehavet veren meşhur bir taştır. Göz pınarları onunla mühürlenirse ve gözlere onunla sürme çekilirse yararlıdır. İbn Sînâ demiştir ki siğilleri düşürür; saçları güzelleştirir ve çoğaltır. Başkaları ise demişlerdir ki lâciverd, uykusuzluğa ve mâlîhulyâya iyi gelir’^.

Hamdullah el-Müstevfî de (1281-1340’tan sonra), tarihçi ve coğrafyacıdır. İlhanlı ve Selçuklu tarihleri açısından önem taşıyan ve el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’mı andıran Nüzhe el-Kulûb (Kalplerin Neşesi, 1340) adlı yapıtının Birinci Bölüm’ünde, Madenler Âlemi, Bitkiler Âlemi ve Hayvanlar Âlemi’ni tanıtırken değerli taşlar hakkında da bilgiler vermiştir^.

15. yüzyılda yaşayan Muhammed ibn Mansûr el-Şîrâzî ise, Ak-koyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın isteği üzerine, Cevâhirnâme adlı Farsça bir eser yazmış ve bu eserinde yirmi değerli madenin oluşumundan, niteliklerinden ve kullanılış biçimlerinden söz etmiştir. Yapıt, Osmanlı Sultanı II. Murâd Dönemi’nde (1421-1451) Türkçe’ye de çevrilmiş ve Osmanlı cevherîleri tarafından kullanılmıştır41.

37. Ayrıntılı bilgi için bkz., el-Kazvînî, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât, Dördüncü Baskı, Kahire 1970, s. 136-159.

38. El-Kazvînî, s.146.

39. El-Kazvînî, s.154.

40. Abdülkerim Özaydın, “Hamdullah el-Müstevfî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 15, İstanbul 1997, s.454-455.

41. Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Tabiî İlimler, Cilt 2, İstanbul 1997, s.206; Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan bir nüshada, eserin adı Kitâb-ı Cevhernâme olarak yazılmıştır; eser, bir mukaddime ile iki makaleden oluşmuştur; Birinci Makale’de, sırasıyla inci, yakut, zümrüt, zebercet, elmas, ‘aynü’l-hirr, lâ’l, firuze, pâd-zehr ve diğer hayvanî taşlar, akik, yakuta benzeyen taşlar, cez’. mıknatıs, senbâde, dehene, lâciverd, mercan, yeşb, billur ve cemest, İkinci Makale’de ise Yedi Filiz konu edilmiştir; bkz., Muhammed ibn Mansûr, Kitâb-ı Cevhernâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 1706.

20

Osmanlı Dönemi

Bilindiği üzere, Osmanlı alimleri, değerli ve yarı-değerli taşları inceleyen ve tanıtan ilim alanını, “İlm-i Cevahir” (Cevherler İlmi) olarak adlandırmışlar ve ‘İlm-i Ma’âdin’in, yani Madenler İlmi’nin bir dalı olarak görmüşlerdir. Müslüman cevherîlerin eserlerini, 15. yüzyılın başlarından itibaren, Arapça’dan ve Farsça’dan yapılan çeviriler yoluyla, Türkçe’ye aktarmışlar ve hem cevâhirnâmelerde ve hem de coğrafya, fizik, metafizik, tıp ve tarih ile ilgili diğer yapıtlarda, cevherleri, geleneksel yönteme uygun olarak tanıtmışlardır.

Bugüne değin yapılan araştırmalara göre, Osmanlı Dönemi’nde ‘İlm-i Cevahir ile ilgilenen ilk araştırmacı, 15. yüzyılın birinci yarısında yaşayan ve daha çok tababet çalışmalarıyla tanınan Muhammed ibn Mahmûd el-Şirvânî’dir«. El-Şirvânî, değerli taşlara ilişkin iki eser yazmıştır ki bunlardan birincisi Cevhernâme ve ikincisi ise Tuhfe-i Murâdî adlarını taşımaktadır.

Değerli ve yarı-değerli taşların tanıtıldığı Cevhernâme, Hicrî 831 (Milâdî 1427) yılı civarında yazılmış ve Timurtaş Bey oğlu Umur Bey’e sunulmuştur. El-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr fî Cevahir el-Ahcâr adlı eserinde olduğu gibi, bir giriş ile yirmi beş bölümden oluşmuştur. Birinci Bölüm’de değerli taşlara ilişkin genel bilgiler verilmiş ve sonraki bölümlerde ise, sırasıyla yakut, zümrüt, zebercet, balhaş, benefş, becâdî, elmas, ‘aynü’l-hirr, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur ve talk taşları ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

El-Şirvânî’nin Giriş’te belirttiğine göre, insan doğası, cevherlere eğilimlidir ve bazıları ilaç olarak kullanmak, bazıları süslenmek veya övünmek ve bazıları ise ticâretini yapmak için bunları biriktirirler; ancak değerlerini bilmezler; iyisini kötüsünden, hâlisini sahtesinden ayıramazlar; taklit ile alırlar ve satarlar. Bundan haberdâr olan sahtekârlar ise, çobansız kalmış bir sürüye saldıran kurtlar gibi,

42. Bütün eserleri için bkz., Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî (İnceleme-Metin-Dizin), Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999, s.6-29.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 21

43. El-Şirvânî, 1999, s.11-16.

Müslümanlar’ın arasına girerler; türlü türlü hilelerle onları aldatırlar ve hâlis olmayan mücevherleri hâlis diye satarlar.

El-Şirvânî bu durumdan çok incinir ve Türkçe’de ‘ilm-i cevahirle ilgili bir eserin bulunmasının yararlı olacağını düşünür; böylece cevherlerin iyileri ve kötüleri bilinecek ve Müslümanlar sahtekârların elinden kurtulacaktır.

Birkaç kere bu konudan bahseden bir kitap yazmaya girişir; ancak karşısına bazı engeller çıkar. Sonra Hicrî 831 yılının Rebî’ü’l-Evvel’inde, Timurtaş Bey oğlu Umur Bey ile sohbet ederlerken, cevherlerden söz açılır ve Umur Bey, kendisine Arapça bir cevhernâme vererek Türkçe’ye çevirmesini ister. El-Şirvânî, bu eseri incelediğinde görür ki eser, Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr adlı yapıtıdır ve çok yararlıdır; ancak gereksiz ayrıntılar ve tekrarlarla doludur. Bunun üzerine bunları çıkararak ve yerlerine muteber cevâhirnâmelerden derlediği yararlı bilgileri ekleyerek yeni bir eser düzenler.

Öyleyse Cevhernâme, el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr’mm bir çevirisi değildir; biçimi korunmuş ama içeriği kısmen de olsa değiştirilmiştik.

Cevherlerin, cinsî kuvveti arttıran maddelerin ve ıtırların tanıtıldığı Tuhfe-i Murâdî ise, Hicrî 833 yılında (Milâdî 1429/1430) Bursa’da yazılmış ve dönemin Osmanlı sultanı II. Murâd’a sunulmuştur. Tuhfe-i Murâdî, daha önce yazılan Cevhernâme’nin genişletilmiş bir biçimidir ve bir giriş ile otuz iki bölümden oluşmuştur. Bu bölümlerde sırasıyla inci, yakut, zümrüt, zebercet, lâ’l, benefş, becâdî, elmas, aynü’l-hirr, pâd-zehr, fîrûze, akîk, cez’, mıknatıs, senbâzec, dehene, lâciverd, mercan, sebec, cümşüt, hammâhân, yeşim, yasb, billur, mine, çini, kehribar, başka yarı-değerli taşlar, talk, mühre, pelesenk yağı, kum kertenkelesi ve cinsî kuvveti arttıran balıklar, balık dişi ve fil dişi ve ıtırlar ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

Eser yazılırken yine el-Tîfâşî’nin Ezhâr el-Efkâr’\ temele alınmış, ancak bunun dışında, dolaylı veya dolaysız yollardan -bunu be-

22

lirlemek oldukça güçtür- kitaptaki sıraya göre, Aristoteles, Apollo-nios, el-Mes’ûdî, Nasîrüddîn el-TÛsî, İshak ibn ‘İmrân, Muhammed ibn Zekeriyyâ el-Râzî, İbn Zühr, Yuhannâ ibn Mâse, Şemsed-dîn el-Belhî, Ebû Reyhan el-Bîrûnî, Şerîf El-Cevherî, el-Cemâlî, el-Fârâbî, Galenos, Mu’izzüddîn, Hakîm Rûsitîn, Ya’kûb ibn İshak el-Kindî, İbn Cemî’, Amânûs, el-Mâlikî, Zîsokoritos, Kadı Ebû’1-Feth Ahmed ibn Mutarref, Salmoya, İbn Baytar, Ahmed ibn Ebî Hâlid, el-Nârî, el-Temîmî, el-Gâfıkî, Ebû Cürac, Mâsercûyâ, Antî-lûs-ı Âmidî, el-Hûzî, İbn Mâsûye, ‘Ali ibn Ahmed, ‘Ali ibn Muhammed, el-Taberî, el-‘Alâyî, el-Felhemânî, İbn Rıdvan, İbn Rüşd, İbn Hassan ve el-Mesîhî gibi muhtelif kültür ortamlarına mensup kırkı aşkın yazardan da alıntılar yapılmıştık. Bu yüzden, Tuhfe-i Murâdî, cevherler ve diğer maddelere ilişkin muazzam bir bilgi birikimi yansıtmaktadır.

Tuhfe-i Murâdî incelendiğinde görülmektedir ki el-Şirvânî, cevherleri betimledikten sonra, nasıl ve nerede oluştuklarını, türlerini, iyilerini ve kötülerini, özelliklerini, yararlarını ve zararlarını ve nihayet değerlerini bildirmektedir. Aynca taşların cilâlanması ve yapay biçimlerinin imalâtı konusunda da ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ, Beşinci Bölüm’de balhaş, yani lâ’l şöyle tanıtılmıştır:

“Bişinci Bâb Balhaş Ahvâlin Beyân İder: Balhaş, lâ’lün adıdur ve bu bâb iki fasl üzredür.

Evvelgi fasl, balhaş ma’deninde ne tarîk-ıla hâsıl olur ve ne yir-de buhnur, anı beyân ider.

Hakîm Belînâs eydür: “Balhaş ve benefş ve becâdî ve ‘akîk ve dahi bunlara benzer kızıl ve hamrî taşlar her birinün maddeleri ma’denlerinde yâkût olmağa müsta’idlerdür. ‘Avarız ve mevâni’ tanklarında vâki’ olduğı-çun yâkût olmadılar, mizaçlarına ve rutubetlerine ve yübûsetlerine göre Güneş harâretinün te’sîrinden ‘arızî is-ti’dâdlanna göre bağlandılar, taş oldılar. Kimincesi balhaş oldı ve kimincesi benefş ve kimincesi becâdî ve kimincesi ‘akîk ve kimincesi yâbân taşları oldılar ve bundan ma’lûm olan oldur kim cemî’i

44. İzgi, Tuhfe-i Murâdî’mn, Muhammed ibn Mansûr tarafından yazılan Farsça Cevâhirnâme’nin “İlk Türkçe tam tercümesi” olduğunu söylemektedir ki yanlıştır; bkz.. İzgi, Cilt 2. s.206.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

23

taşlarun aslı yâkût durur, kalan taşlar ana tâbi’ dururlar.” Nitekim zikr olundı.

Amma lâ’lün ma’deni: Hoca** eydür: “Lâ’li Bedahşân’a nisbet itdüklerinden ma’deni Bedahşân’dur dimek olmaz. Lâ’li ma’denin-den çıkarduklarından sonra Bedahşân’a getürürler ve anda alurlar, satarlar ve andan sâyir bilâda tefrika iderler. Zira Bedahşân, Hîlân vilâyetindedür ve lâ’l ma’deni Hîlân vilâyetinde Şeknân adlu tağun eteğindedür, ikisinün arasında çok mesâfet vardur.” Hoca cevher-nâmesinde eydür: “Kadîm zamanda lâ’l yoğ-ıdı, sonra bulundı ve bulunduğınun sebebi ol-ıdı ki Hîlân vilâyetinde ol hadd-ile katı zelzele oldı kim lâ’le ma’den olan tağlar yarıldılar, içlerinden böyüklü ve uvaklu lâ’l yumurdaları çıkdı. Uvananı od gibi yanardı. Hiç ki-mesne anı ne olduğın bilmezdi ve ‘avratları boya diyü bireziyle yu-murda ve dahi nesneler boyarlar-ıdı, boyanmadı, kodılar. Kimesne mukayyed olmaz-ıdı ve cevherîler çün-kim bu taşa muttali’ oldılar, hak itdiler, beyzasından ayırdılar, cilasında ‘âciz oldılar. Âhırda merkaşîsâ-yı zehebîle kim ana cevherîler bürünce dirler cilâ virdi-ler, rast geldi, gereğince cilayı kabul itdi, renglü ve sulu ve arı ve şeffaf oldı. Şöyle meşhur ve mergûb oldı kim behremânî veya rûm-mânî yâkût-ıla barâbar alurlar, satarlar-ıdı ve müte’ahhirler çün-kim sonra teftiş itdiler, veznde ve sebâtda ve muhkemlikde yâkût bigi bulmadılar. Rağbetleri ol hadd-ile eksildi kim bahâsı evvelgi bahânun nısfına veya sülüsine indi.” Ve eydürler: “Âl-i Büveyh eyyamında lâ’li yâkût bahâsına ahırlardı ve hem altmış ve yetmiş mis-kâl lâ’l çok bulunurdı.” Ve işitdüm; bu eyyamda Azerbaycan ata-beglerinden Sultân Celâleddîn hidmetine bir böyük lâ’l getürdiler, üzerine geçen pâdişâhlarun adları yazılmış-ıdı. Sonra ol lâ’l Ka’an eline girdiydi. Hâsıl-ı kelâm, Şeknân Tağı’nun eteğinde ma’rûf ve meşhur lâ’lün ma’deni iki durur. Birine Bû’l-‘Abbâsî dirler ve dahi birine Süleymânî dirler ve Çîn vilâyetinün öte ucında Tenâhüm-i Sîn adlu iklîm var-ımış, ol iklîmde dahi lâ’l ma’deni vardur dirler”^.

45. Hoca’dan kasıt, Nasîrüddîn-i Tûsf’dir.

46. El-Şirvânî, 1999. s.132-134; bundan sonra gelen ikinci fasılda ise, lâ’lin türleri, yararları, özellikleri ve değerlerine ilişkin ayrıntılı bilgiler verilmiştir; bkz., el-Şirvânî, 1999, s.134-139.

24

Tuhfe-i Murâdî, sonraki dönemlerde Osmanlı cevherîlerini büyük ölçüde etkilemiş olmalıdır.

II. Murâd Dönemi’nde (1421-1451), Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Tensûhnâme-i İlhânî adlı tanınmış yapıtı, Mustafa ibn Seydî adlı bir kişi tarafından Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Beylerbeyi Karaca Bey’e sunulmuştur; başındaki kayıtta, Tercüme-i Kitâb el-Cevâhir el-Müsemmâ bi-Tensîh-i İlhânî* olarak adlandırılan bu çeviri incelendiğinde, Tensûhnâme-i İlhânî’nin yeniden düzenlenmiş ve kısaltılmış bir uyarlaması olduğu anlaşılmaktadır»; öyle ki bu işlemi yaparken, Mustafa ibn Seydî, orijinal metnin Birinci, Üçüncü ve Dördüncü Makaleler’ini atmış ve yalnızca cevherlerin özelliklerinden söz eden İkinci Makale’sini almıştır; aslında Osmanlı çevirmenlerinin, bu alanda ve diğer alanlarda yapmış oldukları çevirilerde, bu tutumla çok sık karşılaşılmaktadır^.

Çevirmenin Giriş’te bildirdiğine göre, Beylerbeyi Karaca Bey, bu yapıtın Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmesini buyurmuş ve bunun üzerine Mustafa ibn Seydî, cevherlerin türlerini, ağırlıklarını, değerlerini, özelliklerini, yararlarını ve birbirlerine oranla farklılıklarını öğreten bu yapıtı dilimize aktarmıştık.

Meselâ mıknatıs şöyle tanıtılmıştır:

“Mıknatıs Beyânındadır:

Bilgil ki mıknatıs didikleri taş, demüri kapar; ne kadar büyük olursa, ol-mikdâr demüri kapar. Ve ânın ma’deni Deryâ-yı Kul-züm’dedik. Ol deryanın gemisine demürden âlet itmezler ki mıknatıs cezb idüb, helak olmasun diyu ve ânın iyüsi kızıl ve kara olur; şöyle ma’lûm ola.

Hâssiyyet-i Mıknatıs Beyânındadır:

47. “Tensûh” kelimesi, yanlışlıkla “Tensîh” yazılmış olmalıdır.

48. Bir nüshası için bkz., Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 2044/3, s. 56b-66b.

49. Bu çeviride, cevherlerin oluşumunu açıklamaya yönelik fiziksel görüşlerin atılmış olması, bu tutumun doğası hakkında bir fikir vermektedir; Osmanlılar, genellikle kuramsal bilgi ile değil, kılgısal bilgi ile ilgilenmişlerdir.

50. Bkz., Mustafa ibn Şeydi, s. 56b-57a. 51.Kızıldeniz.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 25

52. Bkz., Mustafa ibn Seydî, s. 62a-62b.

53. Dürr-i Meknûn’vm yazıldığı tarihe ilişkin bir kayıda rastlamadık; muhtemelen ¦Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât uyarlamasının tamamlandığı 1453 yılı civarında yazılmış olmalıdır; Türkay, belge göstermeksizin, her iki eserin de 1453’de Gelibolu’da yazıldığını bildirmektedir; bkz., Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, İkinci Baskı, İstanbul 1999, s.23.

Bilgil ki Ebû ‘Ali Sînâ eydür ki bir kimesneye ezilmiş demür içürseler, âna ezilmiş mıknatıs içüreler; ol demüri cem’ idüb, taşra çıkara ve zararını def ide ve dâhî her kîm mıknatısı hail idüb ve eline sürüb, elini bağlu kilide sürse, fîl’l-hâl açıla ve dâhî eğer hâ-tûn-ı hâmil, düşvârlığla toğursa, mıknatısı ayağına bağlasalar, âsân vecihle toğura””.

Değerli taşlarla ilgilenen diğer bir Osmanlı yazan da, Yazıcı-zâde Ahmed-i Bîcân’dır (Ölümü 1466’dan sonra). Ahmed-i Bîcân, el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ından esinlenerek Dürr-i Meknûn* adlı bir eser yazmış ve bu eserin “Hü-kemâ Kavlince Otlar ve Yemişler ve Taşlar Hâssiyetin Bildirir” başlığını taşıyan On Üçüncü Bölümü’nün sonunda, değerli taşlara da yer vermiştir. Burada, sırasıyla elmas, fîrûze, talk, mıknatıs, yakut, lâ’l, inci, zümrüt, mercan ve yeşim olmak üzere toplam on tane değerli ve yan-değerli taşların bazı özelliklerini kısaca bildirdiği görülmektedir:

“Fasıl: Taşlann ‘acâ’ibini bildirir. Evvelâ biri elmâsdır. Cümle katı nesneleri ol deler. Anı kurşun yonar. Elmas ‘ucub etdi. Hakk Te’âlâ Hazretleri benden pek nesne yaratmadı dedi. Hakk Celle ve ‘Alâ ‘ucub edenleri sevmez. Ululuk ana yaraşır. Hâlik-i mahlûk, râ-zık-ı merzûkdur. Pes kurşunu ana havale eyledi. Eğer anı dişin üzerine koşalar, fî’l-hâl çıkara ve ne yerde evren ve bebir ulu yılan olsa, anda elmas vardır. Pes İskender anı çıkardı. Orda bir gözgü eyledi. Yılan ve evren anı görür kör olurdu.

Krûze: Âdeme ferah verir. Her sabah kalksa, pîrûzeye baksa, gözünün nuru arta. Ağulara assı eyler ve tutya dahi olur. Yüzük kaşına koşalar, câzılık kâr kılmaya.

Talk: Bir taşdır ki her kim celb eylese yanar. Oda girse, od anı yakmaya. Buz ile kar ile ovalar. Mürâ’îler anı alırlar, evliyâlanırlar.

26

Mıknatıs: Meşhurdur. Demiri çeker. Hind gemilerine mıknatıs korkusundan mıh vurmazlar.

Yâkût: Bir cevherdir. Bir paresini dilin altına koşan, susuzluğu keser, anın dürüstiti olur. Anı bileyeyim dersen, demir ile bilenir. Hergiz anı düribe almaz ve ana od kâr eylemez.

Lâ’l, inci ve zümürrüd ve mercan, bunlar cevahirdendir. Âdemin gönlünü ferah eyler. Her hâssiyyeti çokdur. Dersek söz uzar.

Yeşim: Bir taşdır. Anı kim götürse, yıldırım oku ana kâr etmeye. Hatâyı kavmi anı götürürlerdi. Dahi yıldırım orda çok olur. Dünyâ’da taşlar çokdur, biz meşhurlarını dedik”*4.

Bilindiği üzere el-Kazvînî’nin ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât adlı eseri, Osmanlı yazarlarının ilgisini çekmiş ve birkaç kere Türkçe’ye çevrilmiştik. Bu çevirilerden biri de Ahmed-i Bîcân’a aittir ve ‘Acâ’ib el-Mahlûkât (Hicrî 857 veya Milâdî 1453) adını taşır.

Ancak bu küçük çalışma incelendiğinde görülmektedir ki Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât’ı kısaca özetlemiş ve biçim ve içerik açısından büyük ölçüde değiştirmiştir; bu nedenle, bu eser, bir çeviri olmaktan çok, bir uyarlama görünümündedir.

Bu uyarlamanın Otuz Dördüncü Fasıl’ı taşlara ayrılmıştır ve hemen başında kıymetli taşların ve bunların renklerinin oluşumuna ilişkin bir giriş bulunur:

“Bilmek gerekdir kim taşlar neden hâsıl olurlar. Yir altında çiy ile yağmur cem’ olurlar. Kaçan eczâ’-yi arziyye ile karışmasa ve ma’denün harareti ana irişmese, ol vakt sâgî (?) olub, ağır olur ve tonar. Katı taş olur. Envâ’-ı yevâkîtün ya’ni yakutların ihtilâfına se-beb budur ki eğer ma’denün harareti çok olursa, lâtîf yâkût olur ve eğer ma’denün harareti ânî olursa, mütevassıt olur. Ba’zı taşların

54. Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân, Dürr-i Meknûn (Saklı İnciler), Çevrimyazı ve Notlar: Necdet Sakaogluristanbul 1999. s.102.

55. Bunlar için bkz., A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Dördüncü Baskı, İstanbul 1982, s.28-29 ve s. 110-111.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 27

56. Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’ibu’1-Mahlûkât (Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli Sözlük), Hazırlayan: Osman Yıldız, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1989, s.152153.

57. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.153-156.

58. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.155-156.

59. Ahmed-i Bîcân, 1989, s.155.

rengi, yılduzlardan olur; meselâ kara taşun rengi, Zühal’den olur; yaşıl taşun rengi Müşteri’den ve kızıl taşın rengi Merrîh’den olur ve sarı taşun rengi Şems’den olur ve gök taşun rengi Zühre’den olur ve alaca taşun rengi ‘Utârid’dendür; ak taşın rengi Kamer’dendür. Eğer Şems’ün harareti, ol yire katı irişürse, katı taş olur ve eğer katı irişmezse, toz olur yâhûd berk olur”*…

Bu girişin ardından, üstübeç, billur, dehene, zâc, sırça, şap, sedef, diş, ‘akîk, kehribar, lâciverd, mıknatıs, kireç, nisadır, yakut, civa, kükürt ve anber gibi maddelerin bazı fizikî özellikleri ile tıbbî ve sihrî yararlarına ilişkin kısa bilgiler verilmiştir”; meselâ yakut şöyle tanıtılmıştır:

“Yâkût: Aslı sudandur; katı taş içinde olur; ma’denün harareti ana irişür, lâtîf eyler. Şöyle olur ki od yakmaz ve temür kâr itmez olur, katılığı sebebinden. Her kim yâkût götürse, tâ’ûn çıkarmaya ve kış eyyamında bardağa koşalar, suyı donmaya”*».

‘Akîk ise şöyle tanıtılmıştır:

‘”Akîk: Her kim götürse, tekebbürlüğün gidere; halîmü’n-nefs eyleye ve bir kimsenün ağzı kokar olsa, bıçağıyla ‘akîki kazıyıp, bir mikdâr dişlerine sürseler, ağzının râyihasın gidere ve kanın kese ve dişlerin ak ede”*’.

Ahmed-i Bîcân’ın ‘Acâ’ib el-Mahlûkât adlı uyarlamasında, cevherlerin ve özellikle de yan değerli taşların tanıtımına daha fazla yer aynlmıştır; ancak yine de el-Kazvînî’nin derlemiş olduğu bilgilerin oldukça küçük bir kısmının aktarıldığı görülmektedir. Nitekim el-Kazvînî 125, Ahmed-i Bîcân ise anber bir yana bırakılacak olursa, toplam 17 taşı ele almıştır.

Bunlann dışında Ahmed-i Bîcân’ın Cevâhirnâme adında manzum bir risalesi daha bulunmaktadır. Bu çalışmanın konulanndan

28

biri olan bu mesnevide, toplam 10 cevherin tıbbî özellikleri bakımından tanıtıldığı görülmektedir*.

Yahya ibn Muhammed el-Gaffârî (Ölümü 1511), Hicrî 917 (Milâdî 1511) yılında, Şehzade Korkud’un yanındaki Piyâle Bey’in isteği üzerine, Nasîrüddîn el-TÛsî’nin Tensûhnâme-i İlhânVû ile Muhammed ibn Mansûr’un Cevhernâme-i Çek’inden (Yeni Cevhernâme) yararlanarak, Yâkût fî Cevher el-Cevâhir el-Ma’âdin^ adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitap, bir giriş ile dört bölümden oluşmuştur. Birinci Bölüm’de, bütün madenlere ve Süflî Âlem’de, yani Ay-altı Evren’de bulunan diğer mürekkep maddeleri oluşturan müf-red maddelere ilişkin bilgiler verilmiş ve İkinci Bölüm’de bunlardan değerli taşların oluşum biçimleri, özellikleri, yararları ve zararları, piyasa değerleri ve cilalanma usûlleri bildirilmiştir; Üçüncü Bölüm’de “Ecsâd-ı Seb’a” (Yedi Cesed) denilen altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun, demir ve hâr-ı sînî (kalay-bakır alaşımı) ve nihayet Dördüncü Bölüm’de ise ıtırların türleri incelenmiştir^. Dolayısıyla eserin sadece ikinci bölümü değerli taşlarla ilgilidir.

Yâkût fî Cevher el-Cevâhir el-Ma’âdin’de taşların veya değerli taşların oluşumunun doğal nedenlere dayandırıldığı görülmektedir ki burası ilgiçtir. El-Gaffârî’ye göre, Yeryüzü’ndeki toprakları sular kapladığında, su toprak zerrelerini yoğurur ve balçığı oluşturur; sonraları doğal ve yapay hararet, balçığın rutubetini alır ve onu sertleştirerek taş hâline koyar. Doğal hararetin kaynağı Güneş’tir; ancak yapay hararetin kaynağı, dolaylı ve dolaysız yollardan yakılan ateştir.

Taşlar başka bir yoldan daha oluşabilir. Güneş ışığı, bir süre toprak üzerine düşerse, oluşan hararet nedeniyle toprak yanar ve bir süre sonra, üzerinden su geçerse erir; sonra orta hararette suyu çeki-

60. Âmil Çelebioglu, “Ahmed Bîcan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul 1989, s.51; bu cevâhirnâme için aşağıya bakınız.

61. İzgi, eserin adını Yâkûtât el-Mehâzin fi Cevahir el-Ma’âdin olarak vermiştir; bkz.. İzgi, Cilt 2. s.207.

62. Orhan Şaik Gökyay, “Kitâb-ı Cevherü’l-Cevâhir”, Prof. Dr. Bekir Küüikoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s.171-174.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ ‘NDE YAZILMIŞ… 29

lir ve ortam bir nedenden ötürü soğursa donar, taş kesilir; değerli taşların çoğu bu yoldan oluşur».

Taşlardaki renklerin oluşumu, bazı yazarlarda olduğu üzere, gezegenlerin uzaktan yaptıkları fiziksel etkilere bağlanmaz. El-Gaf-fârî’ye göre, renklerin başı beyaz ve sonu ise karadır. Diğer renkler, bu iki rengin arasında bulunurlar ve bunların çeşitli oranlarda karışımından oluşurlar. Ayrıca iki renk karışarak üçüncü bir rengi oluşturabilir; nitekim yeşil rengi, san ve mavi renklerinin kanşımından oluşmuştur ve kanşıma giren san ve mavi renklerin miktarına göre, yeşilin tonu değişir; yeşil fıstıkî, zümürrüdî, jengârî (pas yeşili) ve neftî (petrol yeşili) tonlannda olabilir. Değerli taşlann renklerinin farklı olmasının nedeni de, bunları oluşturan balçıklann renklerinin farklı olmasıdır*”. Bu açıklama, Aristoteles’te de bulunmakta ve “Değişim Kuramı” olarak adlandırmaktadır.

El-Gaffârî de, değerli ve yarı-değerli taşlan, diğer Müslüman ve Osmanlı yazarları gibi tanıtır ve meselâ (a) elmas ile (b) mercan hakkında şunları söyler:

(a) Elmas, dördüncü derecede soğuk ve kurudur. Eğer bir adama azıcık yedirseler, helak eder; zira öldürücü ağudur. Üzerinde elmas taşıyan bir kimse, yıldırımdan ve sidik zorundan kurtulur. Eğer gerdanlık yapsalar ve çocuklann boyunlarına taksalar, saradan ve perilerin vereceği zararlardan korunurlar. Eğer doğulmuş elması, diş dansıyla karıştırsalar ve dişe dürtseler, diş ağnsı geçer. Karına bağlasalar, kulunç hastalığına ve mide fesadına faydası olur. Elmasla diğer bütün taşlar delinir.

(b) Mercan, küçük çocuklann boyunlarına bağlandığında, yaramaz gözlerden korur. Mide hastalıklarına, zümrüt gibi iyi gelir. Mercana bakmak gözü kuvvetlendirir. Kalp hastalıklannın ilaçlarından birisidir; kalp zayıflığını, nefes darlığını yok eder. Akan kanları bağlar ve akmayı önler. Dalak ve mide yaralannı iyileştirir. Eğer ağu içmiş bir kimseye, buçuk dirhem doğulmuş mercan içir-seler, çok fayda eder. Mercanı yaksalar ve dişlerin diplerine ve üst-

63.Gökyay,s.l74. 64.Gökyay.s.I75.

30

lerine sürseler, kirini giderir; ak ve berrak eder; diş etlerini güçlendirir. Mercanı kullanmak için bir işlemden geçirirler; yeni bir çömleğin içine koyduktan ve çömleğin ağzını balçıkla sıvadıktan sonra, bir gece boyunca sıcak ocak üzerinde pişirirler ve ondan sonra çıkarıp kullanırlar».

16. yüzyılda yaşayan ve astroloji, cifr ve diğerleri gibi sırrî ilimlerle de ilgilendiği anlaşılan Za’îfî el-Rûmî el-Ma’denî adıyla tanınmış Pîr Muhammed ibn Evrenos» da Cevâhirnâme (1545) adıyla önemli bir eser yazmıştır; bu eserin Giriş’inde önceki cevhe-rîlerin kitaplarından yararalandığını belirten Pîr Muhammed Ma’denî, senenin aylarından ve gökyüzünün burçlarından esinlenerek cevahirnâmesini on iki bölüme ayırmış ve bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, zümrüt, inci, fîrûze, pan-zehr, anber, lâciverd, mercan, akîk ve yeşim-i hatayî konularını işlemiştir^; burçlarla cevherler arasında bağlantı kuran bu tutumun, geleneksel astrolojik yaklaşımdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır^.

Pîr Muhammed Ma’denî, cevherleri tanıtırken, bunların nerelerde üretildiklerini, türlerini ve fiziksel özelliklerini belirtmiş ve tıbbî ve sihri yararlarından söz etmiştir.

Cevâhirnâme’de, meselâ elmasa ilişkin olarak şu bilgiler verilmiştir:

“Elmas rûy-yi zemînde üç mahallde bulunur. Birine eski ma’den i’tibâr olunmuşdur ki ibtidâ’-yı zuhuru, İskender-i Zu’l-Karneyn hadd-i Zulümât’a dâhil oldukda, onların na’lı mahv oldu. Hükemâ’dan hikmetin su’âl etdiler. Hükemâ’ ittifak ile cevâb verdiler ki “Bu havâlîde ma’den-i elmas olmak gerekdir. Sâ’ir taşlar na’lı

65.Gökyay, s.179.

66. Bu bilgi, Muammer Dizer tarafından yayımlanan bir katalogtan alınmıştır; bkz., Muammer Dizer, 1868-1988 Kandilli Rasathanesi Yazma Eserler Katalogu, İstanbul Tarihsiz, s. 47-48’de verilen 123 numaralı yazma eserin müstensihi.

67. Bu eser, tarafımızdan yayına hazırlanmaktadır; bir nüshası için bkz., Milli Kütüphane, Yazma Eserler Koleksiyonu, A 8046/2.

68. İzgi, herhangi bir gerekçe bildirmeden, bu eserin, Muhammed ibn Mansûr’un Farsça Cevâhirnâme’smm kısaltılmış bir çevirisi olduğunu belirtmiştir; Risale el-Cevheriyye adı verilen bu çeviri, 7 Receb 952/14 Eylül 1545 tarihinde İstanbul’da tamamlanmıştır; bkz., İzgi. Cilt 2, s.207.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

31

mahv eylemez” dediklerinde, İskender “Elmas nedir?” diye su’âl et-di. Hükemâ’ elması vasf ve beyân etdiklerinde, İskender tahsis [ ]» olub, bir kaç hakîm ve bir mikdâr asker ifraz ve ta’yîn etdiler. Dahi tefahhus-ı etraf etdiler. Zulümât’da hafr-ı ma’den ile tahsîl-i elmasa mahall muhal ve mümteni’ü’l-ihtimâl olmağın, bir mikdâr hürde elmas tahsîl edib getirdiler ve dahi ziyâde tahsili hadd-i imkânda ol-mayıb, bî-‘ilâc oldukların ifâde etdiler. İskender dahi elmâs-ı rau-hâssah alıb götürdü. Hâlâ beyne’n-nâs bey’ ü şirâ’ edib, eski ma’den i’tibâr etdikleri billûrî ve nebatî elmas ondandır. İskender’den sonra bir ferd Zulümât’a varıb, elmas getirmeğe kadir olamadığını Hamse sahibi Şeyhü’l-‘Arifîn İskendernâme’de tahrîr et-mişdir.

Ve bir mahalli dahi her diyarda bazı ırmaklar içinde ve kenarında ve dağlarda müdevver siyah taşlar içinde(n) çıkar. Ekseri “Şeb-çirâğ” diye i’tibâr etdikleri kırat hesabına dâhil olmayan™ Şeb-çirâğ onlarda zuhur eder ki tıraş olundukda, ancak mülûk mâlik olur. Bir vecihle kıymet takdîr olmaz derler.

[Birp> mahalli dahi Mâhor vilâyetinde Rükn-i Cân derler bir cebel-i ‘azîmde elmas kıt’aları bulundu. Ba’zılar hafr edib, kıt’alar buldular; ba’zılar bulmadılar. Lâkin bu mahallde bulunan kıt’alar, bâlâda tahrîr olunan elmas gibi olmayıb, mütenevvi’atü’z-zarûre ve’l-eşkâl olmakla kıymetde noksân-ı ‘azîm lâzım olub, ekser nâs fark etmemekden ‘azîm zarar etdiler.

Envâ’-ı elmas yedidir: Biri billûrî, biri nebatî, biri zeytûnî, biri fıstıkî, biri sarıya mâ’il beyaz, biri kırmızıya mâ’il beyaz, biri siyaha mâ’il beyaz olur.

Billûrî ve nebatî makbuldür.

Tabî’at-ı elmas bârid ve ratbdır. Bazılar bârid ve yâbis derler. Ateşe yanmakdan ve tokmakdan kat’â zarar olmaz.

Elmas tıraş etmek Frengistan üstâdlarına mahsûsdur. Gayrının elinden gelmez.

69. Buradaki kelime okunamamıştır.

70. Eksik olabilir.

71. Bu kelime metinde yoktur.

32

Bir kıt’asını bin pâre eyleseler her kıt’ası müselles olur. Bu vecihle hakk kabul eylemez.

Hâssa-i elmas: Üzerinde dâ’imâ elmâs-ı hâlis götürmek mu’tadı olan kişi, mesane ve cüzam ve beras ve sar’a ve sevdâ-yı hülya ve havf marazlarından emîn ola ve sar’aya mübtelâ olan kişi üzerinde dâ’imâ elmas götürse, bi-lutfillâh-i Te’âlâ emîn ola. Bi’l-hâssa zehr-i katildir; amma elması tahattüm eylemek kalbe ferah verib, dâ’imâ neşât üzere eyler ve halkın gözlerine muhabbetli ve şîrîn gö-rünüb ve cezb-i kulûba [ p mâlik olur; mücerrebdir””.

Yakut ise, şöyle tanıtılmıştır:

“Yâkût ma’deni iki mahallde olur. Biri Seyelân Cezîre’sinde Serendib nâm cebel-i ‘azîmde[dir]7l Rivâyet-i kadîm üzere Haz-ret-i Âdem Safıyyullah (Salâvâtullâh ‘alâ enbiyâhu ve ‘aleyhi) ihbi-tû minhâ cemî’an Hitâb-ı Müstetâb’ıyla, ‘Âlem-i Bâlâ-yı Cennet-i A’lâ’dan, vech-i Arz’dan, Cezîre-i Seyelân’da Cebel-i Serendib vasatına nüzul eyledi. Hâlâ cebel-i mezbûr vasatında bir mahallde “Kademgâh-ı Baba-Âdem” derler Hazret-i Âdem ‘aleyhisselâmın kadem-i mübarekleri berekâtıyla, yâkût Cebel-i Serendib’de zuhur eyledi. Mu’cize-i Safıyyullah olmağın, Nass-ı Kerîm’de zikr u medh olundu.

Ve bir dahi Bangâle memleketinde Gûnek Cezîresi’nde sâhil-i deryada kum içinde zuhur etmişdir.

Nev’-i yâkût dörtdür: Biri kızıl, biri gök, biri sarı, biri beyaz.

Kızıl yâkût dahi altı nev’dir: Biri rûmmânî, biri erguvânî, biri verdî, biri hamrî, biri hallî, biri lahmîdir. Makbul ve zi-kıymet olan damla olub, rûmmânî olandır.

Gök yâkût dahi beşdir: Biri tâvusî, biri âsümânî, biri nîlî, biri kuhlî, biri sebz-fâmdır. Makbul ve zi-kıymet olan tâvusîdir.

Ve sarı yâkût dahi dört nev’dir: Biri şem’î ve biri turuncu ve biri kibrîtî ve biri samânîdir.

72. Buradaki kelimeler okunamamıştır.

73. Pîr Muhammed Ma’denî, s.9a-10a.

74. Bu ek metinde yoktur.

r

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 33

Beyaz yâkût ancak sukkerîdir. Ekser nâss beyaz yâkût dahi olduğunu bilmeyib Kıbrıs elması kıyâs ederler”.

Tabî’at-ı yâkût hâr-yâbisdir. Serendib yakutuna eski ma’den i’tibâr edib, makbul ve zi-kıymet i’tibâr ederler.

Hâssa-i yâkût: Hâmil-i yâkûta tâ’ûn ve sâ’ika isabet etmediği Netâyic-i Fünûn’da musarrahdır. Bi-lütfıhi şimdiye değin dâmi’ ol-mamışdır ve sahk olunub, ma’cûn olunub, isti’mâl edenler ‘azîm takviyetini müşahede etmişler. Mülûk-i sâhib-i sülûka mahsûs ma’cûndur. Muhkem sahk edib, kuhl eyleseler, göze ‘azîm fâ’ide eyler. Serendib yâkûtu ekseriya ma’cûn ve kuhl olmakla şimdi az bulunur. Yâkûtu tahattüm eden kişi ferah-ı kalb üzere olub, fakr u faka görmeye ve eyyâm-ı sayfda harâretden atası galib olan kişi yâkûtu ağzına alıb tutsa, bi’l-hâssa susuzluğu def edib, kalbe ferah verir. Def’aât ile mücerrebdir”™.

17. yüzyıl hekimlerinden Zeynel’âbidîn ibn Halîl de (? – 1646) bu konuyla yakından ilgilenmiş ve gerek Şifâ’ el-Fu’âd li-Hazreti Sultân Murâd adlı eserinde ve gerekse Risale el-Cevâhir adlı eserinde değerli taşlara ilişkin bilgiler vermiştir.

Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in, Sultan IV. Murâd’a (Saltanat Dönemi 1623-1640) sunduğu Şifâ’ el-Fu’âd li-Hazreti Sultân Murâd’ı (1628) sağhk-bilgisi ile ilgilidir; on yedi bölümden oluşmuştur ve “On Dördüncü Fasıl Cevahirin Tabî’atlan ve Hâssaları ve Vücûd-ı İnşâna Müte’allik Olan Fâ’ideleri Beyânındadır” (On Dördüncü Bölüm: Cevherlerin Doğaları, Özellikleri ve İnsan Bedenine İlişkin Yararlan Hakkındadır) başlığını taşıyan On Dördüncü Bölüm’ünde, sırasıyla elmas, yakut, zümrüt, lâ’l, zebercet, inci, fîrûze, akîk, billur ve pâd-zehr gibi değerli taşlar, yine geleneksel biçimde tanıtılmıştır”.

75. Buraya yanlışlıkla ” tabî’at ederler” kelimeleri yazılmıştır.

76. Pîr Muhammed Ma’denî, s.lOa-lOb.

77. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, Şifâ’ el-Fu’âd, Kahire 1300, s.42-48; eserin, Ankara Üniversitesi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Yazma Eserler Koleksiyonu’nda bulunan bir yazma nüshasında (M.Con 506), bu taşların yanısıra mercan, yeşim ve yeşbin de tanıtıldığı görülmektedir; bkz., 36a-42b; eser hakkında daha fazla bilgi için bkz.. Esin Kâhya ve Ayşegül D. Erdemir, Bilimin İşığında Osmanlıdan Cumhuriyete Tıp ve Sağlık Kurumları, Ankara 2000, s. 174-175.

34

Meselâ Zeynel’âbidîn ibn Halîl, elmas ve zebercet hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Elmas: Bunun tabî’atını ba’zılar bârid-yâbisdir dimişler. Bu bir taşdır ki cümle cevahir bununla delinür, amma elması kurşunla delerler. Eğer elması bin pare eyleseler, her paresi üç köşeli olur. Serendîb vilâyetinde bir derede bulurlar. Elmas, semm-i katildir; bir kıratı âdemi helak ider; bir kimseye elmas yedirseler, ânın ‘ilâcı budur ki evvelâ ılıcak su ve yağ ile kusdurub, ba’dehu süd içüreler tâ kim zehrini def idüb, ol kişi halâs ola.

Hâssa: Aristo eydür kim elması ağız içine komak câ’iz değildir; zîrâ bi’l-hassa dişleri kırar”™.

“Zeberced: Bunun tabî’atı bârid-yâbisdir; şekilde zümürrüde benzer; amma levni bir mikdâr beyaza mâ’ildir. Zümürrüdün hâssası bundan çokdur; lâkin zebercedde bir hâssa vardır ki zümürrüd-de yokdur.

Hâssa: Zebercedi hamr içine koşalar, hamrın keyfiyyetini teb-dîl idüb sirke ider. Eğer zebercedden bir denk mikdânnı sahk idüb içseler, kalbe kuvvet virüb, gözün nurunu ziyâde ider”™.

Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in, Risale el-Cevâhir adlı eseri ise«>, dokuz bölümden oluşmuştur ve bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, inci, fîrûze, pâd-zehr, mercan, akîk ve yeşim cevherleri tanıtılmıştır”‘; özgün bir yönü yoktur; önceki yapıtlardan derlenme yoluyla tertip edildiği anlaşılmaktadır.

Meselâ elmas ve mercan şöyle betimlenmiştir:

“Bâb-ı Evvel: Elması Beyân İder.

Bilgil ki şöyle tahkîk olmuşdur ki, elmasın ma’deni iki yerden taşra değildir. Kadîm ma’deni Zulümât’a yakındır. Şöyle rivayet olunur ki İskender-i Zu’l-Karneyn ‘ aleyhi’s-selâm Zulümât’a yakın vardıkda, bir dağ dibine irişdi ki fi’l-hâl atlarının na’lları ıbrandı. Bu ne hikmetdir diye ashabından su’âl eyledikde, hükemâ’-i Yûnân

78. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, s.42.

79. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, s.44.

80. Bu eser de, tarafımızdan yayına hazırlanmaktadır.

81. Bir nüshası için bkz., Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail 389/8, s.!59a-161b.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 35

82. Buradaki kelime okunamamıştır.

ayırdılar ki bu yerin taşında elmas vardır. Allâh-ı Subhânehu ve Te’âlâ Hazretleri fermânıyla şöyle vâki’ olmuşdur ki zikr olunan dağın civarında bir ‘acâ’ib, derin, susuz bir dere vardır. 01 derenin kumu elmâsdır. Ve ol dağın âher canibi katı yüksekdir. Şöyle ki hayvânâtdan bir ferd âna varmağa kadir olmaz, meğer ki kuşlar ola. İskender-i Zu’l-Karneyn hatırı elmas diledi. Hükemâ’ya emr idüb, ânlar dahi nîmeler ve gürdeler getürdüb, mezkûr derenin kenarına koyub, ol etlere yapışan kumlar cümlesi elmas idi. Andan beru cümle ‘âleme dağıldı. Meşhur olan budur ki ‘âlemde olan elmâsun cümlesi İskender zamanından kalmışdır. Andan sonra bir kimesne ol ma’deni bulmamışdır. Ve Şeyh Nizâ[mî] Hazretleri İskendernâ-me’de zikr olunan rivayete şerh yazmışlar.

Ve kişver-i Hind’ün ehl-i cevahiri katlarında köhne elmasın ziyâde kıymeti vardır. Şöyle ki mezkur elmâsdan satun alub, her vilâyete ilete, ziyan görmeye. Zîrâ mahir olan cevahirler katında, cevahir oldur kim âteşde çok zaman geçmekle rengi mütegayyir olmaya ve köhne elmas âteşden bütün çıkar. Amma yeni elmas bütün çıkmaz ve köhnenin hâssası ve menfa’ati yeniden ziyâdedir. Ve köhnenin altı köşesi vardır. Kanğı tarafa dönerse, üç köşesi görünür ve mecmu’ı sivridir. Ve delinmesi kimesne işi değildir. Amma yeni elması Frenk kâfirleri delerler. 01 bâbda mahirlerdir. Ve ehl-i cevahir bunun üzerine müttefiklerdir ki köhne elması kimesne beş kırât-dan ziyâde görmüş değildir. Amma yeni elması otuz-kırk kırat Gü-cerât Pâdişâhı’nın hazînesinde vardır dirler.

Yeni elmasın ma’deni Mahor-cân vilâyetinde bir yer vardır ki ol vilâyetin halkı ol yerleri kuyu gibi kazarlar. Çıkan kumları ara-yub içinde elmas bulurlar. Amma ekseri tahta olur. Ve ol elmasın rengi nebatî ve billûrî ve zeytûnî ve fıstıkî ve sârî ve kızıl ve siyah dahî olur. Kâh olur ki ucı sivri olur.

Ve yeni elmasın iyüsi ehl-i cevher katında nebatî ve billûrîdür. Ve bunlardan sonra fıstıkî ve zeytûnîdir. Ve bakî renklerin artık kıymeti yokdur. İki kırat elmâs-ı nebatî veya billûrî ki sulu ola ve yüzünde hiç bir renkden nokta olmaya, vilâyet-i pz] götürsek, bir kı-

36

râtın iki fıloriye satmak olur. Vilâyet-i Şam’a götürdükde, Frenklere bir kıratın kırk filoriye satmak olur ve tıraş eylemesi Frenk’den gaynya müyesser değildir. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola, Hindustan’da bir kırat dört filoriye almak olur. Frenk hakkakleri elinden tıraş olmuş, yine Hindustan’a varsa, bir kıratı on beş filoriye değer.

Cevherîler katında elmas, cemî’ cevahirlerin sultânıdır. Amma na-tırâş iken, letafeti yokdur. Eğer üstâd eline girüb, edviye-i simya ile ma’cûn idüb, tıraş olunsa, şahlar tacına ve ‘arûslar kulağına zînet etmeğe lâyık olur.

Ve elmas gayet berkdir. Sâ’ir cevahiri bununla delerler. Ta-bî’atı kurıdır ve sovukdur. Âteşden mütegayyir olmaz. Bir kimes-nenin su yolunda taş ve kum olsa, elmas götürse, düzelür; ânın asla eserleri kalmaya ve pâdişâhlar katında ‘azîz ve mükerrem ola. Ve ‘illet-i bevâsır ve cüzam ve malihulya ve sar’a ve bunun emsali emraz olmaya ve düşmenden ve yıldırımdan emîn [ola].

Ve elması iki pâre etmek dilesen, keser veya balta ağzına ko-yub, bir gayrısıyla çala, iki pâre eyleye. Hürdesin kimseye yedirse-ler bağırsakların mecruh idüb, helak eyleye””».

“Bâb-ı Sabi’: Mercanı Beyân İder.

Mercanı hamâ’il idüb, mesrû’ boynuna assalar, def ide ve götüren kimesneler çok nefin müşahede ideler. Ve sahk idüb müfer-rihât(a) katsalar, yüreğine çok fâ’idesi olub, kanın sâf idüb, kuvvet virir. Eğer diş diblerine sürseler, saruluğın giderüb, muhkem eyleye ve sürmeye katub göze çekseler nurun zîyâde ider. Ve her kim ken-düde götürse sihirden ve düşmen mekrinden emîn ola”^.

Biçimsel ve içeriksel açıdan bakıldığında, Pîr Muhammed Ma’denî’nin Cevâhirnâme’si, Zeynel’âbidîn ibn Halîl’in Risale el-Cevâhir’i ve bu çalışma içinde yayınladığımız mensur cevâhirnâme arasında büyük benzerliklerin bulunduğu görülmektedir; buradan şu sonuç çıkmaktadır ki bu üç yapıt, birbirleriyle bağlantılıdır ve geç

83. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, 159a-159b.

84. Zeynel’âbidîn ibn Halîl, 161a-161b.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 37

85. Kaynaklarda, bu şahsa ilişkin bir bilgiye rastlamadık.

86. Bu eserin bir nüshası için bkz.. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Yazma Eserler Koleksiyonu, Müteferrik 71; daha fazla bilgi için bkz., Adıvar, s.136-137.

87. Ayrıntılı bilgi için bkz., Mustafa Çağrıcı, “İbrahim Hakkı Erzurûmf”, TDVİslâm Ansiklopedisi, Cilt 2\. İstanbul 2000. S.305-3İ 1 ve İzgi, Cilt 2, s.199-200.

tarihli olanlar yazılırken, erken tarihli olanlardan yararlanılmıştır; ancak üçüncü cevâhirnâmenin yazan veya yazım yılı belirlenemediğinden, doğru bir sıralama yapmak bugün için olanaksızdır.

Yine bu yüzyılda adı bilinmeyen bir çevirmen tarafından, Zey-nel’âbidîn’in^ Mecmu’a el-Sanâyi’ (Sanatlar Topluluğu) adlı yapıtı, Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş ve Bitlis Emîri Abdal Hân’a (Ölümü 1655) sunulmuştur; 160 sanattan söz eden bu değerli eser, kırk bölümden oluşmuştur ve metalürji ve tezyin ile ilgili diğer konuların yanı sıra, kimyasal işlemlerle yapay inci, lâ’l, yakut, fîrûze, elmas, mercan, fil dişi ve mine üretimi konularına da yer vermiştir^.

18. yüzyılın önde gelen yazarlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı” da (1703-1780), Ma’rifetnâme (1757) adlı tanınmış eserinde cevherlere yer vermiş ve geleneksel çizgide kalarak, cevherlerin oluşumlarını ve renklenmelerini açıklamaya çalışmıştır. Buna göre, taşlar “Şeffaf Taşlar” ve “Şeffaf Olmayan Taşlar” olmak üzere ikiye ayrılır; cevherlerin de içinde bulunduğu Şeffaf Taşlar, yağmur sula-nnın toprak altında binlerce yıl sıkışması sonucunda oluşurlar ve bunlann renkleri ise, gezegenlerin gönderdiği ışınlara bağlıdır; Satürn taşlara siyahlık, Jüpiter yeşillik, Mars kızıllık, Güneş sarılık, Venüs ve Merkür mavilik ve Ay ise beyazlık verir; böylece astroloji ile metalürji arasında bir bağ kurulmakta ve bilimsel açıdan bakıldığında, el-Gaffârî’nin gerisine düşürmektedir:

“Nev’-i Râbi’: Ma’deniyyâtdan Ecsâm-ı Ahcânn Tekevvün ve Televvünâtın İcmâlen Bildirir.

Ey ‘Azîz, ma’lûm olsun ki ehl-i hikmet dimişlerdir ki cemî’ ah-câr-ı şeffâfe miyâh-ı emtârdan derûn-ı arzda muhtebes olan rutubetlerden tekevvün ve tevellüd iderler ve ahcâr-ı gayr-ı şeffâfe te’sîr-i harâret-i Şems ile olan imtizâc-ı mâ’ ve tîn-i lezcden tekevvün iderler.

38

Amma ahcâr-ı şeffâfenin tekevvünât ve televvünâtı miyâh-ı emtâr ve rutûbât-ı zemîn ve ahcâr-ı ma’âdin ve magârât içinde muhtebes olub, ma’âdin ile muhtalit olmayub, niçe bin yıl ânda kal-mağla ziyâde safâ’ ve sakâlet ve gılzet kesb idüb ânlardan öyle ah-câr sulbe mün’akid olur ki mâ’ ve nâr ile müte’essir ve mütekessir olmazlar ve mu’teber cevahir olub yerde kalmazlar ve ihtilâf-ı elvanı envâr-ı seyyare ile vücûd bulmuşlardır ki her kevkeb cevahirin niçe envâ’ına delâlet idüb, şu’â’ını ol cibâl üzerine salub, ol ma’âdi-ne böyle müstevli olmuşdur; zîrâ ki sevâd Zühal’in ve hudrat Müşteri’nin ve humrat Merrîh’in ve sufrat Şems’in ve zurkat Zühre’nin ve televvün-i ‘Utarid’in ve beyaz Kamer’in şu’â’ı te’sîrinden gel-mişdir.

Ve envâ’-ı cevahir, havâss-ı bevâhiriyle katı çok bulunmuşdur ve cümlenin sultânı ve kıymetde girânı, cevher-i yâkût ve la’l ve el-mâsdır ki cemî’ ma’deniyyâtdan eşedd ve aslab ve akvâ mu’âyene kıhnmışdır ve cümle cevahirden e’azz ve a’lâ ve asfâ halk olunmuş-dur ve cümleye gâlib ve mü’essir iken fakat kurşun ile maglûb ve mü’esser olmasını gayret-i Hakk’dan bilinmişdir ve âna yakın cevher zümürrüddür ki âna nazar idenin gözi nûr ve gönli sürür bulur ve şu’â’ından yılan kör olub, hâmilinden dûr olur ve cevher-i zü-mürrüdün menâfi’ u havâssı katı çokdur, lâkin bu mahalde kasr olunmuşdur”88.

Osmanlı bilim tarihinde müstesna bir yere sahip olan Mühen-dishâne-i Berrî-i Hümâyûn başhocalarından Hoca İshak Efendi de (17747-1836) bu konuyla ilgilenmiş ve çağdaş bilimleri tanıtan Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye (4 Cilt, İstanbul 1831-1834) adlı yapıtının taşlar ve mıknatıslarla ilgili bölümünde, kimya alanında yeni yeni kullanılmakta olan analiz ve sentez (hail ve terkîb) yöntemlerinden yararlanarak, taşların,

1. Çakmak Taşı

2. Kâlye Taşı

3. Kireç Taşı

4. Kül Taşı

88. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, İstanbul 1294, s.149.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 39

olmak üzere dörde ayrıldığını belirtmiştir; “Cevher” olarak adlandırılan değerli taşların “Çakmak Taşı” sınıfına girdiğini bildiren Hoca İshak Efendi, bunları da,

1. Şeffaf cevherler

2. Yarı şeffaf cevherler

olmak üzere ikiye bölmüş ve birinci gruba giren cevherlerden, elmas, zebercet, lâ’l, rubeyn”», sarı yakut, asıl yakut, topaz, ‘aynü’l-hûr ve billur ve ikinci gruba giren cevherlerden ise, yeşim, akîk ve Yemen taşını fiziksel özelliklerine göre tanıtmıştır; öyle anlaşılmaktadır ki Hoca İshak Efendi bu bölümde, beş asır boyunca yürürlükte kalmış olan geleneksel yaklaşımı bir yana bırakmış ve Osmanlı Dünyası’nda mineralojinin bağımsızlaşması ve bilimselleş-mesi yolunda önemli bir atılım gerçekleştirmiştir:

“Bâb-ı Sâmin: Ahcânn ve Mıknatısın Beyânındadır.

Ahcârın taksîmi hail ve terkîb-i ecsâm kâ’idesi mucibince olan hallerinden ahz olunarak, ecnâsı, çakmak taşı ve kâlye taşı ve kireç taşı ve kül taşı olur. Ve çakmak taşının cinsinde “Cevahir Taşları” ıtlak olunan kâffe-i ahcâr-ı zî-kıymet münderic olub, cümlesinin as-labı, züccâcı kat’ iden elmas taşıdır ve mezkûr elmas taşının şeffâ-fiyyeti ve leme’ânı ve i’mâlinden sonra tahsîl eylediği levni ve sikleri ve salâbeti cihetiyle zî-kıymet olmuşdur.

Ve elmas taşı ebyad ve asfar ve ahmer ve ahdar ve emsali levn-lerde bulunarak aiâlan Hind memleketinde bulunur ve ba’zan Bohemya ve Macar memleketlerinde dahi bulunarak, Macar’da bulunanlar Bohemya’da bulunanlardan salâbet cihetiyle tercîh olunurlar.

Ve cevahir taşlarından ma’dûd ve eşher olanlar, evvelen zeber-ced olub, şeffafı ve yeşile mâ’il bir taşdır. Saniyen lâ’l olarak, lâmi’ ve ahmer bir taş olub, a’lâsı oldukça sahîn ve ihmirârî, keskin ve ziyâde lâmi’ olandır. Sâlisen rubeyn olub, sulb ve ahcâr-ı kesîre-i muhtelifetü’l-elvândan mürekkeb bir taşdır. Râbi’an yâkût-ı asfar

89. Bu kelimenin aslı “Rubis” olabilir; “Rubis”, Fransızca’da yakut anlamına gelmektedir.

40

olub, sarıya mâ’il bir taşdır. Hâmisen asıl yâkût olub, lâmi’ ve ekseriya ezrak ve salâbeti elmasın salâbetine karîb bir taş olarak, hâs-salarıyla sâ’ir taşlardan fark olunur. Sâdisen topaz olub, şeffâfî ve lâmi’ ve gayet asfar ve ba’zan ahdar bir taşdır ve işbu taşın ba’zısı su levninde olub, Bohemya memleketinde hâsıl olmağla “Bohemya Taşı” dahi ıtlak olunur. Sâbi’an ‘aynü’l-hûr taşı olub, lâmi’ ve kavs-i kuzâh elvânıyla mülevven bir taşdır ve cevahir taşlarının sırasında billur dahi ta’dâd olunabilüb şeffâfî ve lâyıkıyla tezeccü-cünde levni suyun levnine müşabih olarak, gereği gibi tanzîf olun-dukda, tahtında olan levniyle mülevven ve tabî’atı elmasın tabî’atına müşabih bir cevherdir.

Ve dahi çakmak taşı cinsine şeffâfiyyetleri kalîl ba’zı cevahir taşlan lâhik olarak, evvelen yeşim taşı olub, tabî’atı çakmak taşının tabî’atına müşabih ve çelik ile darb olundukda âteş peyda olub, elvan ve elyâf-ı muhtelife irâ’e ider bir taşdır ve ba’zı yeşimler, eşcâr ve ahşâb ve emsallerine müşabih olub, ba’zısı bi’t-tab’ nebatat demetlerine ve eşcâr dallarına ve ezhâr ve esmârlanna ve hayvanât ve emsallerine müşabih olur. Saniyen ‘akîk taşı olub,elvân-ı muhtelife ile mülevven bir taş olarak, sâde ahmer levninde oldukda “Kan Taşı” tesmiye olunur. Sâlisen hacer-i yemenî olub, esved ve ahmer levnleriyle mülevven bir taşdır.

El-hülâsa çakmak taşının cinsinde cevahir taşları münderic oldukları gibi, nefs-i çakmak taşı ve emsali ahcâr-ı sâ’ire de münderic olur.

Bu dahi ma’lûm ola ki “Çakmak Taşı” tesmiye ve ber-vech-i meşrûh ta’dâd olunan kâffe-i ahcâr, çelik ile darb olunduklarında küllî veya cüz’î şerare hâsıl olur”*>.

SONSÖZ

Bilindiği üzere, Osmanlı Dönemi’nde yazılmış cevâhirnâmeleri konu edinen bilim tarihi çalışmaları, bugün için oldukça yetersizdir; ancak günümüze değin yapılan araştırmalardan elde edilen bulguları şöylece özetlemek mümkündür:

90. Hoca İshak Efendi, Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye, Cilt 4, Kahire 1261, s.401-

402.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

4]

(a) Osmanlı cevherîleri, özellikle Arapça’dan ve Farsça’dan yapmış oldukları çeviriler ve derlemeler yoluyla, bu alanda önemli bir bilgi birikimi oluşturmayı başarmışlardır. Bu birikimin, niteliği ve önemine ilişkin genel değerlendirmeler ise, söz konusu eserlerin hiç değilse büyük bir kısmının, bilimsel yöntemlere uygun bir biçimde incelenmesinden sonra yapılabilecektir*. Ancak şimdilik bu cevâhirnâmelerin içermiş oldukları bilgilerin, genellikle kişisel gözlemlere ve araştırmalara dayanmadığı söylenebilir. Osmanlılar’ın madenleri, bitkileri ve hayvanları tanıtan doğa bilimlerine ilişkin diğer yapıtlarında da, bu özelliğin hâkim olduğu gözlenmektedir.

(b) Osmanlı cevâhirnâme geleneği üzerinde en etkili yazarların, Şihâbüddîn Ebû’l-‘Abbâs Ahmed ibn Yûsuf el-Tîfâşî, Muhammed ibn Mansûr, Nasîrüddîn-i Tûsî ve Zekeriyyâ ibn Muhammed ibn Mahmûd el-Kazvînî olduğu anlaşılmaktadır.

(c) Cevherlerin oluşumuna ve çeşitlenmesine ilişkin kuramsal açıklama girişimlerinin oldukça yetersiz olduğuna bakılarak, Osmanlılar’ın, bu alanın kuramsal yönünden çok, kılgısal yönüyle ilgilendikleri düşünülebilir.

(d) Genellikle bu yapıtlarda, cevherlerin fiziksel özellikleri, piyasa değerleri ve insan sağlığı açısından yararlan üzerinde durulmuştur.

(e) 19. yüzyıla gelinceye değin, bu alanın astroloji, sihir ve efsâne gibi öğelerle bağlantılarını koruduğu görülmektedir.

(f) Cevâhirnâmelerde yalnızca değerli taşlar tanıtılmamıştır; ticarî kıymeti olan nebatî ve hayvânî nitelikteki maddelere de yer verilmiştir.

91. Bu arada, Osmanlı şairleri de cinaslar yaparken değerli taşların özelliklerinden yararlanmışlardır; meselâ Râşid, bir beyitinde felekten yakınırken,

Pîrûze-i felek ki cihânun nigînidiir

Kevn üfesâd-ı nakş-ı zaman u z.emînidür diyerek firuzeye yer vermiştir; Halil Çeltik, Ömer Ferit Kam ve Âsâr-t Edebiye Tedkikatı, Ankara 1998. s.218.

42

(g) Bu nedenlerle, cevâhirnâmelerin, değerli ve yarı-değerli taşların ve diğer maddelerin alım satımıyla uğraşan tacirler için yararlı ve özlü bilgiler vermek maksadıyla düzenlenmiş oldukları varsayılabilir.

İKİNCİ BÖLÜM: OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ İKİ CEVÂHİRNÂME

I

Burada tanıtacağımız ve metnini sunacağımız ilk yapıt, Yazıcı-zâde Ahmed-i Bîcân’ın manzum Cevâhirnâme”sidir. Bu küçük cevâhirnâme, 37 beyitten oluşmuştur ve bunlardan beş tanesi Giriş’te, yirmi dokuz tanesi Ana-bölüm’de ve üç tanesi ise Sonuç’ta bulunmaktadır»

Ana-bölüm’de sırasıyla altın, yakut, elmas, zümrüt, firuze, akik-i Yemenî, mercan, kehribar, lâciverd ve “Seng-i Kudret” (Kudret Taşı) denilen cevherler konu edilmiş ve birkaç beyitle bunların tıbbî yararlan anlatılmıştır.

Günlük yaşamda en yaygın olan cevherlerin seçildiği ve tanıtımları sırasında, cevâhirnâmelerde rastlanan geleneksel yaklaşımın kullanıldığı görülmektedir. Bilim tarihi açısından bakıldığında, yapıtın özgün bir yönü yoktur.

METİN 73a

HAZÂ CEVÂHİRNÂME

Ey ma ‘arif gevheri cevher-şinâs Nola geyse dürr-i nazm ahun libâs

Cevherin kadrin bilen sarrâfdır Dürr-i ma’nâ dere iden ‘arrâfdır

Çün yaratdı Hakk Te’âlâ Hazreti Nâs içün bunca cevahir kıymeti

92. Bir nüshası için bkz.. Ahmed-i Bîcân, Hazâ Cevâhirnâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3452/3.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 43

Kudretinden her birinde ol Hüdâ Niçe hâssiyyet komuş derde deva

Ahmed-i Bîcân ağzından kelâm Ol Süleymân-ı Nebî’den ve’s-selâm

Hâssiyyet-i Zer

Evvelâ altun götürse bir kişi Gönlü kuvvetlu olur hem cünbişi

Gökçek olur dâ ‘imâ anda nazar Cümle kârına bulur feth u zafer

Sûzen-i zer birle deldürsen kulak Bitmeye ol rahledir (?) bi’l-ittifâk

Hâssiyyet-i Yâkût

Seng-i yâkûtı götür muzüldür (?) Görmeyesin ânı kim tâ’undur

Şiddet birle olsa sal anı suya Donmaya ol su eğer ‘âlem buya

Su bulunmaz yerde ağzuna sal Olasın içmiş gibi safî zülâl

Hâssiyyet-i Elmas

73b

Suyın elmasın içerse ademî Yimiş olsa def ider ol-dem semi

Bir kişi elması yutsa öldürür Berg-i bağ-i ‘ömri ol-dem soldurur

Zîre her ne yere uğrarsa deler Ululardan böyle gelmişdir haber

Hâssiyyet-i Zümürrüd

Kim getürse zümürrüd taşını Her kazadan saklaya Hakk başını

44

Ya’nî nazil olsa gökden bir belâ Ol zümürrüd çatlaya ey cânfedâ

Sahibini saklaya emme hâd (?) Budurur anı götürmekden murâd

Götüren kişi mehâbetlü ola Halk içinde hem sa’âdetlü ola

Hâssiyyet-i Pîrûze

Bir kişi pîrûze götürse müdâm Korku, yok andan yıkılsa ey hümâm

Yâ yüce yerden düşerse anı Hakk Saklaya bu kudretine yahşi bak

Hâssiyyet-i ‘Akîk-i Yemeni

Her ki götürse ‘akîki şöyle kîm Kibri terk ide, ola nefsi halîm

Kazıyub sürsen dişe kanın keser Râyiha komaz ağzında, bil iy püser

Hâssiyyet-i Mercan

74a

Eyle tesbîh anı kim mercândur Arta sıdkun hâsılun îmândur

Bây ola her kîm götürse dâ’imâ Gör ne haslet virmiş ana ol Hüdâ

Hâssiyyet-i Kehrübâr

Sarılık düşen kişiye kehrübâr Dâfi’ ü nâfi’dir ol her bâr

Suya koyub içsün suyını

Tâ kim görem dirse rahat rûyını

Hafakan u yerekâna ey serâc Hem virem derdine andandır ‘ilâç

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ *NDE YAZILMIŞ… 45

Hâssiyyet-i Lâjiverd

Uyumasa bir kişi her subh u şâm Malihulya olsa ânda ber-devâm

Halk içinde hürmeti hem olmasa Gönli maksadını hâzır bulmasa

Lâjiverdden düzdürüb bir hâtemi Parmağından salmasun ol âdemi

Hürmeti arta vü derdine şifâ’ Hakk müyesser eyleye yokdur hatâ’

Hâssiyyet-i Seng-i Kudret

İki taş saklar yuvada kırlangıç Alub anı sakla istersen ‘ilâç

Biri ahmerdür ki zahmetlü kişi Götüre tâ kîm gide teşvişi

Biri ebyaddır ki sar’un zahmeti Götürende gidere Hakk Hazreti

Temmet

74b

Gerçi ‘âlemde cevahir bî-şümâr Bunları buldum kitabında yazar

Devletün dâ’im ola ‘ömrün dırâz İki ‘âlemde olasın ser-fırâz

Nesnemüz yok size lâyık armağan Lîk hayrıla du’â ancak hemân

Temmet

46

II

İkinci olarak tanıtacağımız ve metnini sunacağımız Cevâhirnâme adlı basma yapıtın yazarı bilinmemektedir. Takvîmhâne-i Âmi-re’nin nezâret ve ruhsatıyla, Hicrî 1273 (Milâdî 1856/1857) yılında taşbaskısı ile Kayolzâde Tab’hânesi’nde- çoğaltılmıştır ve toplam 36 sayfadır^.

Başında, eserin bölümlerini gösteren bir fihrist bulunmaktadır.

Giriş’inde verilen bilgiden anlaşıldığına göre, bu yapıt, yazarın “Cevâhirnâme-i Asliyye” olarak nitelendirdiği bir cevâhirnâmeden kısaltılarak hazırlanmıştır ve on iki bölümden oluşmuştur. Bu bölümlerde sırasıyla elmas, yakut, lâ’l, zümrüt, inci, firuze, pâd-zehr, anber-i eşheb, lâciverd, mercan, akîk ve yeşim gibi on iki adet değerli ve yarı değerli taş ayrıntılı bir biçimde tanıtılmıştır.

Tanıtım yapılırken, söz konusu değerli ve yan değerli taşlann nasıl oluştuklan, nereden çıkanldıklan, türleri, nitelikleri veya özellikleri, ticarî değerleri, kullanılış biçimleri veya yerleri ve nihayet tibbî yönden yararlan ve zararlan belirtilmiştir. Aynca bunlarla ilgili rivayetlere ve efsanelere de yer verilmiştir.

Bu cevâhirnâmenin, daha çok “cevherî”lerin veya “ehl-i cevâ-hir”in, yani taş alım satımı ile uğraşan tacirlerin yararlanmaları maksadıyla düzenlenmiş olduğu düşünülebilir; çünkü taşların tanıtımı sırasında, ilmî ayrıntılara pek girilmemiş ve özellikle günlük hayatta en çok karşılaşılan ve kullanılan taşların türleri ve değerleri belirtilmiştir.

93. “Cailloil Kardeşler” olarak tanınan Jacques Cailloil ve Henri Cayol, Türkiye’de taşbaskı yöntemini ilk defa uygulayan Fransız asıllı basımcılardır ve aslında kardeş değil, amca-yeğendirler. Basım işini yürüten Henri Cayol (1805-1865), 1831 ‘de amcası Jacques Cailloil ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Serasker Hüsrev Mehmed Paşa’nın korumasında, Bâb-ı Seraskerî’de ilk taşbaskı tezgahını kurmuştur. Bu matbaada basılan ilk yapıt, Hüsrev Mehmed Paşa’nın Nuhbe el-Ta’lîm’idir (İstanbul 1831). 1837*de Hüsrev Mehmed Paşa, seraskerlikten alınınca, Cayol, Beyoğlu’nda kendi adına yeni bir matbaa kurmuş ve Fransa’dan harfler getirterek yabancı dilde de kitaplar basmıştır; bkz., Jale Baysal, Kitap ve Kütüphane Tarihine Giriş, İkinci Baskı, İstanbul 1992, s.79.

94. Bu çalışma sırasında, Cevâhirnâme’nm Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi 5609 numarada kayıtlı bulunan bir yazma nüshasından da yararlanılmıştır; bu nüshada, eserin ismi Hazâ Risâle-i Mücevherat olarak verilmiştir; ayrıca basma metinle yazma metin arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 47

Yapıtın, özellikle iki yönden değerli olduğu söylenebilir:

a. İşlenmemiş taşları, işlenmiş taşlara dönüştürmek için gerekli olan kimyevî işlemler anlatılmıştır.

b. Aslî ve amelî taşların, birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için uygulanması gereken bazı yöntemler tanıtılmıştır.

Anlatılanlardan, Cevâhirnâme” nin yazılmış olduğu dönemde, milletler arası cevher ticâretinin oldukça gelişkin bir düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, yazar elması tanıtırken,

“Ve (Elmas) Şam’a götürülse, Efrenc bir kıratını kırk altına alırlar. Ve elması Efrenc’den gayrı kimse tıraş edemez. Zîrâ bu fenni gayet iyi bilirler. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola ve Hindistan’da bir kıratı dört altın eder, ve Efrenc tam tıraş edib Hindistan’a götürülse, bir kıratı on beş altın eder.” diyerek bu ticâretin boyutları hakkında bir fikir vermektedir^.

METİN CEVÂHİRNÂME

Bismillahirrahmanirrahim

El-hamdü-li’llâhi Rabbi’l-‘Âlemîn ve’s-salâtu ‘alâ Nebîhi Mu-hammedin ve âlihi ecma’în*\

Ma’lûm ola ki bu risâle-i mu’tebere, cevâhirnâme-i asliyyeden ihtisar üzere istihraç olunmuşdur ki on iki babı müştemildir.

BÂB-I EVVEL: ELMASI BİLDİRİR

Şöyle tahkîk olunmuşdur ki elmasın ma’deni iki yerdedir. Rivayet olunur ki İskender-i ZuT-Karneyn (AS), Zulümât’a” yakın vardıkda, bir dağ dibine erişdi ki atlarının na’llan aşınmaya başladı.

95. Aşağıda “Bâb-ı Evvel: Elması Bildirir” başlıklı bölüme bakınız.

96. “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ve onun elçisine ve soyuna selâm olsun.”

97. Eskiden, Dünya’nın coğrafyacılar tarafından tanınmayan bölgeleri, Zulümât olarak adlandırılmıştır. Bilindiği üzere, Eskiçağ coğrafyacılarından Batlamyus, Dünya’nın Güney-Doğu Çeyreği’nde bilinmeyen bir ülkenin (Terra Incognita) bulunduğunu söylüyordu; öyle ki bu ülkenin Batı ucu Güney Afrika’ya, Doğu ucu ise Çin’e bağlanmıştı ve Hint Okyanusu’nu bir iç-deniz hâline getirmişti; bkz., Sayyıd Maqbul Ahmad, A History of Arab-lslamic Geography (9″>-]6>h Century A.D.), Amman 1995, s.236.

48

Ashabına sordu ki “Sebeb nedir?”; Hükemâ-yı Yûnâniyye İskender’in hizmetindeydiler, dediler ki “Bu yerin taşında elmas vardır”. Gördüler ki bu dağın civarında bir dere, kumları ve taşları bi’l-cüm-le elmâsdır. Ve o dağın âher canibinde, gayet büyük aiâ elmas vardır; lâkin gidilemez; meğer ki kuşlar gide.

İskender emredib, hükemâ dahi et parçalarını getirtib, dereye atdırdı. Ve büyücek kuşlar gelib, et parçalarını alıb, derenin kenarında otururlardı. Ol et parçalarına yapışan kumlar elmas idi. Ba’de-hu ol elmaslar etrâf-ı ‘Âlem’e dağıldı. Hâlâ kullanılan elmaslar ol vakitden kalmışdır ki ondan sonra ol ma’den bulunamamışdır.

Şeyh Nizamî Hazretleri^, İskendernâme’smfe dahi bu rivayeti zikretmişdir.

Ve Hind memleketinin cevhercileri ‘indinde eski elmas kıymetlidir. Şöyle ki mezkûr elmâsdan Hind’de satın alıb, âher diyara götüren kimse zarar etmez. Zîrâ cevher oldur ki ateşe düşse ve üzerinden çok zaman mürur etse rengi zâ’il olmaz. Ve köhne elmas ateşden bütün çıkar. Ve yeni elmas oddan çıkmaz ve köhne elmasın hâssiyeti yeni elmâsdan ziyâdedir. Ve onun altı köşesi vardır. Hangi tarafa döndürsen üç köşesi görünür. Ve mecmû’ı sivridir.

Ve elması kimse delemez. Amma yeni elması Efrenc’in cevhe-rîleri delmekde pek mahirlerdir. Köhne elmas on beş kırâtdan ziyâde olmaz. Amma yeni elmas otuz ve kırk kırat olarak Gücerât pâdişâhının hazînesinde çokdur derler. Yeni elmasın ma’deni Gerbelge ve Beyder nâm vilâyetlerdir. Mâhor ve Cânepur dedikleri vilâyetde bir yer vardır ki ahâlisi ol yeri kuyu gibi [kazarlar]’», kumlarını yu-yub içinde elmas bulurlar ve bu nev’ elmasın ekserî tahte olur. Ve rengi nebatî ve billûrî ve zeyrî ve fıstıkî ve sarı ve kızıl ve siyah dahi olur. Ve bazısının ucu sivri olur. Ve yeni elmasın iyisi nebatî ve billûrî rengidir ve bunlardan sonra fıstıkî ve zeyti rengidir ve kalan renklilerin ol kadar kıymeti yokdur. Eğer iki kırat elması, nebatî ve-

98. Büyük Azerî şâiri Nizâmı (1150 7-1214 ?), İskendemâme adlı mesnevisinde Büyük İskender’in hayatını anlatır; ayrıntılı bilgi için bkz.. Ahmed Ateş, “Nizâmı”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, İstanbul 1988. s.318-327.

99. Metinde yoktur.

100. Sûyî, yanlışlıkla iki kere yazılmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 49

ya billûrî ki sûyî’oo Qla ve onda sürh ve siyah ve san nokta olmaya ve rengi zeytî dahi olmaya, Vilâyet-i Gerbelge’de ve Beyder’de bir kıratı iki altındır. Ve Şam’a getirilse, Efrenc bir kıratını kırk altına alırlar. Ve elması Efrenc’den gayrı kimse tıraş edemez. Zîrâ bu fenni gayet iyi bilirler. Meselâ bir pâre elmas ki dört kırat ola ve Hindistan’da bir kıratı dört altın eder, ve Efrenc tam tıraş edib Hindistan’a götürülse, bir kıratı on beş altın eder.

Elmas gerçi gevherlerin sultânıdır, amma tıraş olmadıkça letafeti yokdur. Amma aslında ne kadar kıymetli cevherdir. Madem ki ma’dende kıymetsiz taşlarla beraber yata, lâ-cerem nâ-cins sohbetinden keduret ve gubâr çehresine oturmuşdur. Amma çünkü üstadının eline girib, edviye-i sumbâdei°’ ile ma’cûn çerh edib, keduret-i zulmâniyyeyi yüzünden zâ’il kılıb ve şahlar tacına zînet olmaya lâyık edib, nazenin ‘arûsların kulaklanna ve boyunlanna bezek ola.

Ma’lûm ola ki elmas cemî’ taşlann serti ve katısıdır ki cemî’ taşlar bununla delinir. Ve elmasın tabiatı kuru ve soğuktur. Ateşten mütegayyir olmaz.

Eğer bir kimsenin mesanesinde taş olsa, elmas üzerinde bile oldukça zahmeti def ola. Ve pâdişâh ‘indinde muhterem olub, kimseden korkmaya. Ve ‘illet-i beras ve cüzam ve malihulya ve sar’a bunlan def eder. Ve düşman şeninden ve yıldınm ve göz ağnsın-dan emîn olur.

Eğer elması iki pâre etmek isterse, keserin ağzına koyub ve bir keserin ağzını üstüne çalıb iki pâre ola. Ve elmasın hurdesini birine yedirseler, helak olur. Hâsılı elmasın tabî’atında olan hâssayı takrîr ve ta’rîf mümkün değildir.

İKİNCİ BÂB: YÂKÛTU BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki yâkût iki yerden hâsıl olur; biri Seyelân’dır. Ve Seyelân gayet vâsi’ bir cezîredir ki boyu ve eni dört yüz fersahdır ki ona Serândîb derler. Şöyle meşhurdur ki Âdem Safıyyullah bi-hükmihi ihbitû^, ‘Âlem-i Bâlâ’dan, bu ‘Âlem-i Pür-Belâ’ya inib

101. Zımpara.

102. “Allah’ın hükmü ile indirilen Âdem”.

50

ve Cennet’ten çıkıb Serândîb Dağı’na geldi. Kadem-i mübârekin-den ma’den-i yâkût zahir oldu. Onun için ol dağa Baba Âdem Ka-demgâhı derler. Ve ‘Âlem’e dağılan yâkût Seyelân Ceziresi’nden-dir ki Serândîb derler.

Ve dahi yâkût dört dürlüdür: Kızıl ve gök ve sarı ve ak. Ve kızıl yâkût dahi yedi renkdir: Verdî, hamrî, behramânî, rûmmânî, er-gavanî,halrî,lahmî.

Gök yâkût dahi beş renkdir: Tavusî, âsümânî, nîlî, kuhlî, sebzfâm.

San yâkût dahi dört nev’dir: Şem’î, turuncu, narencî, kâhî.

Ve ak yâkût billurdur. Eğerçi çok vardır amma kıymeti azdır. Zîrâ ki ham makâmındandır ve pâre-i yâkût-ı behramânî-i hoşâb tamâm yirmi kırattır. Kıymeti iki bin altındır. Amma yâkût-ı tamâm ayar Diyâr-ı ‘Arab’da ve Horasan’da ve bazan Diyâr-ı Hind ve Rûm’da, Seyelân’dan gayrı nâdirü’l-vukû’dur ve şimdiki hâlde gök yâkût ki tavusî ve nîlî ve âsümânî renk ola, Hind Diyân’nda kıymeti ziyâdedir.

Ve rivayet olunur ki Diyâr-ı Şirvan’da san yâkûtu tamâm bahâya alırlar. Zîrâ yâkût def-i tâ’ûn için ‘alâmetdir. Ve san yâkûtu bilmek hayli müşkildir. Zîrâ Efrenc’in cevherîleri billuru hail edib, san sırça renkli ederler. San yâkûtdan hiç fark olmaz, meğer ki üstadı bile.

Amma ‘aynü’l-hür”» dahi yâkût cinsindendir. Ve ‘aynü’l-hirr ve râve, bunlardan kızıl yâkût hâsıl olur. Ve tirmilî, yeşil renkli bir taşdır. Bazılar zeberceddir dediler. Ve ma’deni yâkût kenanndadır; bir dere vardır, etrafını kuyu gibi kazarlar ve içindeki kumlan yur-lar. İçinde yeşil renkli taşlar bulurlar ki o taşda bir hatt ya iki veya üç hatt olur. Ak ve gayet parlak ve birbirinin yakınındadırlar. ‘Ay-nü’l-hirrin aslı zikr etdiğimizden gayrı değildir. Ve ehl-i cevher bu nev’ ‘aynü’l-hin için ıstılah edib “zennâr” derler. Eğer bu ‘aynü’l-

103. ‘Aynü’l-Hirr. bazı cevâhirnâmelerde, müstakil bir bölümde tanıtılmıştır; meselâ bkz., Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî, Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999, s.148-150.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

51

hirr, yeşil renkli olanı ki hangi tarafa dönse suyu damlar zann olunur, bunun bir miskâli üç yüz altındır.

Tirmilî ve Seylânî ki ol ma’denden hâsıldır, kıymeti yokdur.

Ve râve dedikleri, yeşil renkli ve suyu hoş bir cevherdir ki Arabistan’da “Benevş” derler. Bir miskâli on altındır. Amma yeni yakutun ma’deni Tahte’r-Rîh’dedir«» ki Diyâr-ı Beyder’e yakındır. Ve Vilâyet-i Bengâle’nin’os büyük benderidir ve derya kenarındadır ki onun ismi”* Tiku’dur><“. Ve o kenarda bir cezire vardır ki ismi Rek-nek’tir. Ve yeşil ve rûmmânî o cezîrelerin derelerinde hâsıl olur. Ve hâlâ mevcûd olan yâkût-ı Reknek’dir. Ve ehl-i cevahir katında Rek-nek taşı ziyâde yumuşak olmağın ateşden çıkmaz. Amma Vilâyet-i Hind’de Seyelân taşı Reknek4aşından ziyâde kıymetlidir ve Efrenc ‘indinde taşın katılığına ve yumuşaklığına ‘itibâr yokdur. Lâkin her taşın ki rengi ziyâde ola ol mergûbdur. Şöyle ki eğer hoş renk yâkût onların eline girse yâkût-ı rûmmânî bahâsınadır.

ÜÇÜNCÜ BÂB LÂ’Lİ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki Cemşîd’ini°s ‘asrında ve daha nice zamanlar sonra lâ’l yoğimiş ve demişlerdir ki Bedahşân nahiyesinde bir büyük zelzele vâki’ olmuşdur ki vilâyetin ekseri mahalli harâb ve ahâlisinin dahi çoğu helak olmuşdur. Ve Şehr-i Bedahşân civarında, Süleyman Peygamber’in binası olan yerde büyük bir dağ vardır. Zelzeleden yarılıb içinden lâ’l zahir olmuşdur. Hâlâ kullanılan lâ’l’» ol dağdandır. Zîrâ lâ’l Bedahşân memleketinden gayrı hiçbir yerde çıkmaz. Ve bundan üç dört yüz sene evvel ol ma’denden lâ’l elli ve altmış miskâlden ziyâde çıkmamışdır.

104. Yengeç Dönencesi’nin güneyi.

105. Hindistan’da Ganj ve Brahmaputra nehirlerinin aşağı mecraları ile ortak deltalarını kapsayan büyük ve kalabalık eyâlet.

106. Hazâ Risâle-i Mücevherat, s.3a’dan alınmıştır.

107. Tiku, Dakka’nın (Dhâkâ) eski ismi olmalıdır; çünkü Doğu Bengâle’nin başkenti olan bu şehir, ismini dhâk ağacından (butea frondosa; bir nevi tik ağacı) almıştır.

108. Cemşîd, Pîşdâdiyân Hanedanlığımın dördüncü sultanıdır ve efsaneye göre, sanatlar onun döneminde ortaya çıkmıştır; daha fazla bilgi için bkz., Nurettin Albayrak, “Cem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, İstanbul 1993, s.279-280 ve Mütercim Âsim Efendi, “Cemşfd”, Burhân-ı Kâtı’, Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk ve Derya Örs, Ankara 2000, s.115.

109. Metinde yanlışlıkla yâkût yazılmıştır; bkz., s.13.

52

Ve lâ’lin rengi dahi yedi nev’dir: Muasferanî, rûmmân-ı safî, âteşî, unnâbî, hamrî, ‘akrebî, basalî.

Ve bu fende mahâret-i kâmilesi olanlar demişlerdir ki lâ’l on beş ayar gerekdir ki tam ayar ola. Eğer bir pâre lâ’l üç ya dört mis-kâl tamâm ayar muasferanî ki ona köpük erişmiş olmaya, bir kıratı yirmi altındır. Ve rûmmân-ı safî ve âteşî dahi eğer tamâm ayar ve ayıbsız ola, muasferanînin nısf bahâsınadır. Ve unnâbî ve ‘akrebî ve hamrî ki tamâm ayar ola, rûmmân-ı safî bahâsınadır. Ve ayıbsız, güzel, basalî renk ol üç rengin nısf bahâsınadır.

Ma’lûm ola ki lâ’lin tabî’atı ıssî ve kurudur.

Ve lâ’li üzerinde götüren cemî’ ‘illetden emîn ola ve yüreği ka-vî, cimâ’ vaktinde şehveti tutub geç inzal eder. Ve halkın gözüne mahbûb görüne ve ihtilâm olmaya. Ve yavuz uşak koluna bağlasa, artık yavuzluk etmeye ve uykusunda korkmaya. Eğer ma’cûna kalsalar da yeseler, mi’denin buharını def edib ferah vere ve dâ’im münbasît ola.

DÖRDÜNCÜ BÂB ZÜMÜRRÜDÜ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki bundan beş yüz sene evvel zümürrüd iki yerden hâsıl olurmuş. Evvelki ma’deni Dârü’s-Saltanat-ı Mısır’dır ki Ehre-mân Kümbetleri’nin’io yakınındadır. Amma şimdi kullanılan zümürrüd, Diyâr-ı Efrenc’den gelir. Zîrâ bu zümürrüd Efrenc Gevhe-ristân’ından gayrı yerde yokdur.

Ve zümürrüdün rengi dahi dört dürlüdür: Evvelki rengi taze biten râziyâne rengindedir. İkinci rengi rûmmânîdir. Üçüncü rengi reyhânîdir. Dördüncü rengi silkidir. Amma silkinin çok kıymeti yokdur. Ve reyhânî dahi onun bahâsınadır. Amma taze râziyâne renginde olan zümürrüd ki bir miskâl ola Diyâr-ı Hind’de kıymeti altmış altındır. Hoş renk ve ayıbsız rûmmânî dahi ol bahâyadır.

Hükemâ derler ki zümürrüdün tabî’atı soğukdur. Bazısı mu’te-dildir dediler. Ve zümürrüdü dâ’imâ üzerinde götüren göz ağrısı görmez ve gözünün nÛru ve ‘ömrü arta. Bir kimseye zehir içirseler,

110. Ehram, yani piramitler

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 53

111. “Şayet bakarsa, yılanın gözü kör olur.”

112. Buraya fazladan bir “ve” eklenmiştir.

113. Masulipatam olabilir.

114. Hazâ Risâle-i Mücevherât’da önce Şumatra (Sumatra), sonra Bengâle yazılmıştır; bkz., s.4b.

115. Malakka.

116. Siam olabilir.

117. Cava olmalıdır; çünkü Hazâ Risâle-i Mücevherât’da bu kelimenin yerinde Cava bulunmaktadır; bkz., s.4b; özel isimlerden ekserîsinin imlâsı yanlış olabilir.

zümürrüd-i rûmmânîyi devenin ekşimiş südüyle beraber karıştırıb içirseler, terleyib zehiri damağından çıkıb külliyyen gider. Ve bu zümürrüd-i rûmmânîyi yâhûd sîrâbî renklisini ef â yılanın gözünün karşısına koysalar, gözleri kör ola.

Mısra:

Çeşm-i ef â çün nigered kûr seved”‘

Ve her canavar ki ağusu ola, yılan ve ‘akreb gibi, bir kimseyi sokdukda iki kırat zümürrüdü gül suyuyla ezib, zehirlenen yere sür-seler, hemen ağrısını teskîn eder. Ve zümürrüde nazar etmek gözün nurunu artdınr. Ve cin ve mâlîhulyâ ‘illetinden emîn olur.

BEŞİNCİ BÂB İNCİYİ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki inci ma’deni üç yerdedir. Evvelki ma’deni Ka-üTdir ve Bahreyn ki Hürmüz Diyârı’dır ve zikr olunan Katîf nahiyesinde bir cezîre vardır ki dürr-i yetîm ondan hâsıl olur ve asıl inci budur.

Amma ikinci ma’den Tahte’r-Rîh’dir. Vilâyet-i Bengâle kur-bunda bir memleket vardır ki şehrine Kâ’il derler ki halkının eksen Müslümândırlar ve dalgıçlan çok olduğundan inci dahi çok çıkar. Amma eksen ak ve müdevver olur. Lâkin bir miskâl, belki buçuk miskâl az bulunur.

Ve Vilâyet-i Hindistan’da, Tahte’r-Rîh nahiyesinde’ ^ Misli-but”3 ve Buten ve Serândîb ve Bengâle”” ve Molâka”‘ ve Sâim”* ve Habâde”? ve Çin ve Mâçin ve gayrı yerlere bütün Kâ’il’den da-ğılmışdır. Ve. bu memleketlerin her birinin başka başka şahlan vardır. Ve cesîm memleketlerdir.

54

Ve [inci çıkaran dalgıçlar,]”» Bâb-ı Mendeb’den Mısır nahiyesine dek Deryâ-yı ‘Ummân’ın âhiridir. Başka inci ma’deni yokdur. Amma Diyâr-ı Bender ki âdemleri inci çıkarmağa meşguldür. Şimal tarafından, Cedide ve Bendere ve Lihye ve Hâl-i Beyt-i Ya’kûb ve Cezîre ve Kamrân”» ve gayrı yer ki Habeşe Benderi’nden cânib-i Cenûb’da vâki’dir, nice yer vardır ki ekser halkı inci çıkarmağa meşguldür. Husûsan Dehlek”» ve havali civarındaki yerlerden hâsıl olan inci süd renkli ve şem’î renklidir. Amma inci-yi necmî-yi şeffaf az bulunur. Zîrâ bu mahallerde madem ki sedef suyun yüzünden ırak ola, inci gayet beyaz olur.

Sedef, bir canavardır ki eti yumurta akına benzer. Balık gibi tohum döküb çok yavru hâsıl olur. Şöyle ki Güneş, Burc-ı Hamele ge-lib, yağmur vakti ola, deryanın yüzüne çıkarlar, ağızların açıb, yağmurların katresini yutub, deryanın dibine inerler. Tâ ki Güneş Cevza Burcu’na nakl etdikde, deryanın yüzüne çıkıb, yüzlerini Güneş’e dönerler. Gün döndükçe onlar dahi beraber dönerler ve Gün battıkça yine deryanın dibine inerler. Güneş Seretân Burcu’na nakl ettik-de, karınlarında inci hâsıl olur.

Ve ba’zı incinin sarı ve donuk olması, sedefin mîzac-ı fesâdın-dandır. Zîrâ deryanın yüzüne çıkdıkları vakitde, deryanın hararetini ol sedef kendüye çeker. Eğer hararet mîzacına muvafık ise incisi necmî ve şeffaf olur. Ve eğer hararet az olursa, incisi şem’î ve kâhî, yani saman renkli ola. Ve kaziyyeler ol vakit olur ki henüz inci sedef karnına düşmemiş ola.

Ma’lûm ola ki bir tane inci ki sekiz kırat, yani iki denk ve şeffaf ola bahâsı yetmiş altındır. Eğer böyle olan inci bir miskâl ise kıymeti beş yüz altındır. Amma bu nâdirdir.

Ve dört kırat inci ki bu sıfatla ola, kıratı on beş altın ve daha ziyâdedir.

118. Bu ibare, anlamı bozmaktadır. Bunun yerine Yazma’da bulunan “Ma’lûm ola, bir dahi yeri” ibaresi alınmalıdır.

119. Kameran.

120. Dahi ak Adaları.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 55

121. Fîrûze.

Eğer şeffaf olub, iki kırat dahi olsa, kıymeti elli altındır ve süd renginde ve ak kâfûrî renginde olursa bahâ olmaz. Amma yassı ve şem’î ve kâhî olsa pek çok i’tibân yokdur.

Ve cevahirin kıymetlerini ve cins ve bahâlarını, cevherîler ve dâ’imâ ahb satan bilir ve renginden, suyundan bilir.

İncinin tabî’atı soğuk ve yaşdır. Ve incinin hâssası göz ağrısı için gayet nâfı’dir. Eğer inciyi hail edib, göze çekilse kuruluğunu gidere ve gözün cemî’ emrazına nâfı’dir ve nezleden emîn olur. Bir kimsenin gözünde siyah ve ak olsa, inciyi sirke ile hail edib, göze sürseler, ol gözde olan aklık ve siyahlık def ola.

ALTINCI BÂB FİRUZEYİ^ BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki fîrûze dört yerden çıkar. Evvelki ma’deni, Nîşâ-bûrî nâhiyesindedir ki şimdiye dek fîrûze-i Ebû İshâkî ve yeşil renk kıymetli ki pâdişâhların hazînelerinde bulunur; ol ma’denden hâsıl olur.

İkinci ma’den, Hucend nâhiyesindedir ki pek â’lâsı hâsıl olur. Amma şimdi beş altın kıymeti olan fîrûze oradan çıkmaz.

Ve üçüncü ma’den, Kirman nâhiyesindedir ki onda bir kasaba vardır ki fîrûze ondan hâsıl olur. Ol ma’denin firuzesi ham ve yumuşak olduğundan kıymeti yokdur.

Ve dördüncü ma’den ki elli seneden beri peyda olmuşdur ki Erzincan kurbunda bir dağdır. Yeni fîrûze ol dağdan hâsıl olur. Amma bu ma’denin firuzesi gayet yumuşak olduğundan tez mütegayyir olur. Ol kadar kıymeti yokdur. Mu’teber olan Nîşâbûr fîrûzesidir. İşbu firuzenin bir paresi yirmi kırat olursa dört yüz altındır.

Amma Hucend ve Şebâvur (?) ve Erzincânî firuzeleri pek mu’teber değildir.

Eğer Nîşâbûr firuzesi, misk ve kâfur kokusundan ve yerin yaşlığından ve ateşin sıcağından rengi asla mugayyir olmaz ve sâ’ir ma’denin fîrûzesi rengi elbette mütegayyir olur.

56 –

Ve cevahirin iyisi firuzedir demişler ve hükemâ, firuzeyi pek mübarek tutub, ismini “Ferrûh” tesmiye etmişlerdir.

Ve selefde, pâdişâhların biri, mukarriblerin birine hışmetse, hükemâ derlerdi ki üzerinde fîrûze götüre ve üzerinde fîrûze götüren kimse pâdişâhın huzurunda şirin olur.

Bir kimse sabah vakti firuzeye baksa, ol gün ol kimseye zarar ve elem erişmeyib, mesrur ola ve ömrü efzûn ve malı ziyâde ve gözünün nuru arta.

Ve hükemâ derler ki bir kimse dâ’im üzerinde fîrûze götürse, korkulu rü’yâ hiç görmeye ve düşman ona zafer bulmaya ve kimseden korkmaya ve halayık ve ekâbir katlarında ‘azîz ve hürmetli ola.

Ve eğer firuzeyi sırçaya katıb gözlerine sürseler, ol kimse bir dahi göz ağrısı görmeye.

YEDİNCİ BÂB PÂD-ZEHR-İ HAYVÂNÎ(Yİ) BİLDİRİR

Ma’lûm ola ki pâd-zehr-i hayvânîyi^, hükemâ-yı mütekaddi-mîn ve müte’ahhirîn mübarek tutub ve çok medh etmişlerdir ve ismini “Mâddetü’l-Hayât” demişler.

Bir kimse haftada altı kırat pâd-zehr yese, Hakk Te’âlâ ona ‘ömr-i tabî’î ihsan eder ki ‘ömr-i tabî’î dedikleri yüz yirmi yıl ya-şamakdır. Ve cemî’ emrâz-ı cismâniyyeden halâs ola ve onun için pâd-zehr demişler ki cemî’ zehri’23 ve zehirli yemişleri def edib halâs eder. Ve pâd-zehr gören kimse, halkın gözüne şirin görünüb, kimseden havf etmeye ve düşman ona zafer bulmaya ve ısırıcı olan canavarlardan emîn ola.

Ve bu pâd-zehr ol kadar hâssa gizlemişdir ki ta’rîf mümkün değildir. Bu pâd-zehri yemenin tarîki, taş üzerinde gül suyuyla ezib, parmak ucuyla dili üzerine koyub, boğazına götüre; amma dişine değdirmeye. Zîrâ dişe değdirmek fenadır. Ve pâd-zehr-i hayvânî dağ keçisinin'” iç yağından hâsıl olur. Ol keçiye “Pâd-zehr” derler

122. Pâd-zehrin iki türü bulunmaktadır; biri madenî, diğeri ise hayvanidir; burada sadece hayvanî türü anlatılmıştır.

123. Metinde “zehirli” yazılmıştır.

124. Geyik olabilir; bkz.. Şirvânî, s.152.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ..

57

ve bu hayvan, gerçi her dağda vardır, amma müşk-i âhû, Hatâ’?*diyarına mahsûsdur.

Pâd-zehr-i hayvanı dahi Şebânkâre keçisine mahsûsdur ki Şî-râz’ın a’zam vilâyetidir. Ve şöyle meşhurdur ki ol pâd-zehri olan dağ keçisi muhallasadan gayrı hiç nesne yemez ve delîl bu ki hiçbir pâd-zehr yokdur ki onda muhallasa olmaya. Elbette onda muhallasa ağacından bulunur ve bu pâd-zehr-i hayvanı ve mûmyâ dedikleri [hayvan] 126, Şebânkâre Dağı denilen mahalle mahsûsdur ki gayrı yerde bulunmaz. Mûmyâ dahi dağ-ı mezkûreye mahsûsdur. Ve ol dağda bir mağara olub, ol mağaranın dâ’im tavanından birer damla mûmyâ damlar imiş. Şöyle ki bir senede altı yüz dirhem ya eksik yâhûd daha ziyâde hâsıl olurmuş. Ve onun hâssaları pek çokdur. Meselâ bir kimse havf etse yâhûd yüksek bir yerden düşse veya ondan düşüb zahmet ve meşakkat görse, nısf dirhem mumyayı su içinde ezib, ol kimseye içirilse, hemen sıhhat bula. Kemiği kırılmış olan kimseye bu mumyadan içirilse, ol zedelenmiş olan kemik hemen sahîh ve bütün ola.

Ve bu zikr olunan mağara senevi olarak mîrîden mukâta’aya zabt olunurmuş. Ve bu ta’rîf olunan pâd-zehr-i hayvânî, her keçide bulunmayıb, yüz ‘aded keçi zebh olunmuş ise ancak beş altısında bulunurmuş. Ve hangi keçinin yağında pâd-zehr var ise, ol keçi gayet zayıf olub, şöyle ki seyyâdlar ol keçiyi avladıklarında, zayıf olduğundan, karnında pâd-zehr olduğunu bilib, hemen boğazlayıb, karnını yarıb, yağından çıkarıb, ağızlarına korlarmış. Zîrâ sıcak olunca yumuşak olur imiş.

Rivayet olunur ki bazan seyyâdlardan fakîr olanı gidib, damını kurub, nâgehân zikr olunan hayvan tuzağa gelib, görmeyib, “İzâ câe al-kadâ a’mâ el-basar”^ mantûkunca dâ’im belâya giriftar olub, onun karnındaki yağında iki yüz altın kıymeti hâlis pâd-zehr olub,’ fakîr olan seyyâd bu yüzden ölürmüş. “Tu’ti el-mülk men teşe”’28.’

125. Çin.

126. Anlamı bozmaktadır.

127. “Kaza geldiğinde, göz kör olur.”

128. “Sen mülkü istediğine verirsin.”

58

Ve onun kıymeti budur ki evâ’ilde Sultân Şâhruh zamanında, yirmi miskâl olan pâd-zehrin kıymeti iki bin netke-i şâhruhîdir. İki veya üç miskâl olursa pek çok kıymeti yokdur. “Netke” dedikleri akçedir.

Vilâyet-i Şebânkâre’de bir takım kimseler pâd-zehr-i hayvaninin ‘amelîsini işlerlermiş. Bu sûretde ‘amelîsiyle aslîsini fark müş-kildir. Tarîki, ikisini taş üzerinde ayrıca su ile ezeler, eğer ak olursa aslî, yeşil olursa ‘amelîsidir. Farkı bu suretledir.

 

SEKİZİNCİ BÂB ‘ANBER-İ EŞHEBİ BİLDİRİR

Her ne kadar bu ‘anberin bâlâda zikr olunan cevherlere pek de münâsebeti yok ise de, hâssası çok olması cihetiyle zikr olunmuşdur.

Ma’lûm ola ki ‘anber-i eşheb bir mumdur ki Bahr-ı ‘Umman’ da yıldızların hâssasıyla terbiye olur.

Ve Bahr-ı ‘Ummân’ın nihayeti Mısır’a üç günlük mahalle kadar gelmişdir. Ve Zulümât ağzındaki Milk-i Yemen’in âhiridir ve onda nice cezîreler vardır ki Bahr-ı ‘Ummân’ın altı ay meyli Kutb-ı Şimal tarafına vâki’ oldukda, ol cezîreler susuz kalıb kurur-muş ve altı ay dahi Kutb-ı Cenûb tarafına meyi ettikde, su tutarmış ve ol cezîrede her dürlü ağaçdan hesabsız varmış. Ve bal arısı, denizin kumlarından çok imiş. Ol anlar ballar ve mumlar yapıb, su gel-dikde ballan suya yayılıb, mumları dahi denizin yüzüne gelib, ba’dehu Güneş’den ve Süheyl Yıldızlan’ndan renk ve hâssa ve koku alırlar imiş. Bahr-ı ‘Ummân’ın dalgalarından fasla fasla ‘anber-ler bulurlar imiş.

Hikâye: Bir takım bâzergân, gemi ile giderlerken, kaza ile gemileri Zulümât’a düşdü. Hele varta-i Zulümât’dan gemileri kurtulub, bir cezîre kenarına geldiler. Onda bir büyük taş olub, bunlar câmelerini yıkayıb, ol taşa serdiler. Esvâbları ‘anber kokusuyla mu’attar oldu. Bildiler ki bu taş değil ‘anber imiş. Beynlerinde taksîm edib, ganî oldular.

Ve dahi ‘anber-i eşheb dört nev’dir: Şemmâme, haşhâşî, tabaka, fıstıkî.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ..

59

Ve ‘anber-i şemmâme müdevver olur. Yeşillik olmayan yerde üç dört günde behân çıkarır. Ak olur ve içi haşhaş tanesi gibi beyaz olur.

Ve haşhaşı olan nev’i dahi şemmâme gibidir. Amma ol tez behân salar. Ak olur.

Ve ‘anber-i tabakanın dahi içi ak olur ve behân dahi tez çıkarır, şemmâme ve haşhaşı gibi; amma ol tabaka yukacıkı» birbiri üstüne muhkem olur.

Amma fıstıkî bu üç nev’den aşağıdır ve onun rengi fıstık içi rengi gibidir. Ve ‘anber-i şemmâmenin Mekke-i Mükeneme’de on miskâli dört yüz altındır.

Ve dahi ‘anberin hâssa ve fâ’idesi pek çokdur. Râyihası cümle râyihalardan a’lâdır. Ve dimağı nemnâk eder ve mâlîhulyâyı ve sevdayı def eder. ‘Anberi üstünde götürse, halkın nazannda hürmetli ola ve göz ağnsı görmeye ve pîrlere nâfi’dir. Ve dimağa ve ruha ve kalbe kuvvetdir. Ve mi’dede olan kâffe-i ‘ilele nâfi’dir. Ve ‘anberi koklamak ve buhur etmek devanın ufunetini keser ve kesret-i is-ti’mâli kana hiddet verir. Islâhı sinkencebîn (?) ve ekşi ayvadır.

DOKUZUNCU BÂB LÂCİVERDİ BİLDİRİR

Lâciverdin asıl ma’deni Bedahşân dağıdır. Gayrı yerde yokdur; eğer ki varsa da siyah sürme taşı gibi olur. ‘Arab ve Rûm ve ‘Acem ve Azerbaycan ‘imaretlerinde isti’mâl etdikleri ekser lâciverd ‘amelîdir ve lâciverd-ii3o Kâşî’dir ki siyah taşdan işlenib, lâciverd rengi verirler ve ol siyah taşı hail edib, bardak ve çanak ve kâselere nakş ederler ve Efrenc şişeler işleyib, lâciverd gibi renk verirler, ol taş ile. Ve bu taş Kâşân’dan gayn yerde yokdur; uzak olan şehirlerde bu taşın kıymeti ziyâdedir.

Amma ol lâciverd ki bu taşdan işlenir, lâciverd rengi verilir, ‘imaretlerden gayn yerlerde isti’mâl olunmaz. Ve bir müddetden sonra yine aslına dönüb siyah taş olur. Ve lâciverd-i aslî-yi Bedah-

129. “Yufka” gibi.

130. Burada yanlışlıkla “lâciverdidir” yazılmıştır; doğrusu Hazâ Risâle-i Mücevherat’dan alınmıştır; bkz., 8a.

60

şân iki ma’denden çıkar. Eğer on gün ateş içinde ola, taşra çıktıkda, rengi asla mütegayyir olmadığından, ehl-i cevher ‘indinde cevahirin pek nâzikidir.

Rivayet olunur ki dîvler, Hazret-i Süleyman (AS) emriyle Be-dahşân’da lâciverd ma’denini peyda kıldılar. Ve bu rivayet ba’îd değildir. Zîrâ lâciverd ma’deni, Süleyman Peygamber’in binası yanındadır ve bu rivayet tahkike yetmişdir ki Şehr-i Kadîm-i Bedahşân, Süleyman ‘aleyhi’s-selâmın emriyle binâ olundu. Ve lâciverd dahi ol şehrin kurbundadır. Ve Bedahşân vilâyeti gayet vâsi’dir ve Amû Suyu’nun menba’ıdır ki ona Ceyhun derler. 01 sudan gemiler geçib, öte tarafına Semerkand’a varırlar imiş. Ve lâciverd ma’deni-nin yakınında ve ol suyun öte tarafına Tahtâ-yı Tûrân derler ve beri tarafına İrân derler imiş.

Lâciverd ma’deninden çıkan taş üç nev’dir. Evvelki nev’i pâre pâre tavuk yumurtası gibi kabuk içindedir. Ve kabuğu yumuşak ak taşıdır. Ve kabuğundan çıktıkda, yumağa hacet yokdur. Hemen hail edib, isti’mâl ederler. Ve bu nev’i lâciverd gayet iyi olduğundan, yüz miskâli yirmi beş altın değer ve ol lâciverd şahlar hazînesine mahsûsdur.

İkinci nev’i kabuksuz çıkar ve yüzünde ak taşdan renkler olur. Bu nev’i çıktığı anda yumak gerekdir.

Üçüncü nev’i pâre pâre ma’denden çıkar. Yüz miskâlden ziyâde lâciverd yokdur. Bakîsi ak taşdır ve ma’denden çıktıkda, yumak lâzım değildir. Yumuşak döğerler ve bir mikdâr hail ederler; bâzer-gânlara satarlar.

Ma’lûm ola ki bu üç dürlü lâciverd Bedâhşân’dan hâsıl olur. Bir nev’i, yunmak istemez ve bir nev’i [yüz miskâldenpı, otuz miskâlden yüz miskâle dekdir ve ak taşdır. Gışş olursa, yumak ile çıkar. Bir nev’i, yüz miskâlden yetmiş miskâle değin sahrî taşdır ki otuz miskâl lâciverd karışmışdır. Ve ol sahrî taşı lâciverdden ayırmak su ile yumak ile olur. Bazılar demişler ki kimyacılık, lâciverdi yumak-dır. Zîrâ bu işde kalbi nakd ederler.

131. Büyük bir olasılıkla bu kelimeler yanlışlıkla yazılmıştır.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ… 61

132. Hazâ Risâle-i Mücevheratım alınmıştır; bkz., 9a.

Ve lâciverd yumağın tarîki budur ki lâciverdi yumuşak hail edib, ba’dehu harîrden eleyib, sündüs yağıyla muhkem hamur edeler ve elinde yumruk yumruk edeler ve bir pâk zarfın içine”* koyub, sıcak su ile ateşe koyalar ve üzerini kapayalar amma kaynamaya. Ba’dehu ol hamuru ol zarfa koyalar ve yüz dirhem sıcak su koyalar. Ve bir eliyle hamuru ezeler, tâ ki lâciverd taşra çıka; soğuk olur ve ol gök suyu âher bezden süzeler ve revâk edib, fasla fasla kurutalar; tamâm ola.

Hâssası, sevdayı sürer; kanı tasfiye eder; levne hüsn verir; kalbe ferah verir; malihulyayı def eder. Ve şurbi (?) bir miskâl olursa elverir.

ONUNCU BÂB MERCANI BİLDİRİR

Mercanın hâssası budur ki eğer hamâ’il edib, masrû’ ve nikrîs olan adamın boynuna taksalar, def eder. Müferrihâta katsalar, yürek kanını sâf ede ve ruha kuvvet vere. Ve mercân-ı mevsûlü diş dibine saçalar; dişin dibini ve etini muhkem ve sarılığını ve yeşilliğini gidere. Eğer hail edib, sürmeye katıb, göze çekeler, aydınlığın artıra ve mercanı üzerinde götüren düşman şerrinden emîn olur. Pek mübarek cevherdir.

ON BİRİNCİ BÂB ‘AKÎKİ BİLDİRİR

‘Akîk üç yerdendir. Evvelki San’â’dandır ki Yemen’in ‘azîm şehridir. İkinci mahal Gücerât’ta Burûc derler bir şehirdir ki onun nahiyesinde ‘akîk çok olur. Üçüncü mahal Gerbelge nahiyesinde bir kasabadır ki Guluvrî derler ve ‘akîk-i Burûc, eğerçi rengi huvîdir, amma ‘akîk-i Yemenî gibi değildir. Yemenî gayet makbuldür. Ve havassın cümlesi ‘akîk-i Yemen’e mahsûsdur. Ve erbâb-ı hikmet ‘akîke nazarı mübarek tutmuşdur.

“Siz ‘akîk yüzük takın; zîrâ ‘akîk fakrı ifna eder.” diye hadîs-de vâki’dir. Ve Mekke ve Mısır ve Şâm ve Medîne ve Yemen ‘ulemâsı hâlâ üzerinde taşırlar. Ve ‘akîki üzerinde götüren, cemî’ belâlardan emîn ola. Hâmile olan ‘akîk-i Yemenîyi dili altına kosa, ko-

62

lay doğura ve cimâ’a kuvvet verir. Ve dişin etlerini berk ve muhkem eder ve ağız kokusunu giderir. ‘Akîk üzerine “Ve mâ tevfîki illâ billah”’33 yazdınb yüzük etse, düşman şerrinden emîn ve ‘azîz ve mükerrem ola.

ON İKİNCİ BÂB YEŞİMİ BİLDİRİR

Kâşgar ile Hıtây beynindeki Hoten nahiyesinde bir ırmak vardır ki suyu Andicân şehrine gider. Yeşimin ma’deni ol ırmakdan gayn [yerde]’* yokdur ve yeşimin yedi rengi vardır: Ak ve zeytî mâ’adâ renklerin bunlar a’lâsıdır. Ve mübarek bir taşdır ki hükemâ onu cevhere beraber [salmışlardır]’* ve Hıtây’m kibân yeşimsiz kemer bağlamazlar. Ve üzerinde yeşim bulunmayan kimseye hürmet etmezler. Ve Hıtây diyânnda yeşimin ‘azîz olmasına sebeb, onda yıldırım çok olurmuş. Yeşimi üzerinde götüren kimse, yıldırım şerrinden ve tâ’ûndan emîn olur. Ve ‘illeti bevâsîre mübtelâ ise def olur. Ve sanlu ‘illetini def eder ve kalbe incilâ ve güşâyiş ve ferah verir.

Ve Allâhu a’lem bi’s-sevâb^.

İşbu cevâhirnâme-i girânbahâ sâye-i ma’ârifvâye-i cenâb-ı ci-hândârîde Takvîmhâne-i Âmire nezâret ve ruhsatiyle litografya mucidi Kayolzâde Tab’hanesi’nde tab’ ve temsîl kılınmışdır.

Sene U13™.

I

133. “Allah’tan başka yardımcı yoktur.”

134. Hazâ Risâle-i Mücevherat”dan alınmıştır; bkz., s.10a.

135. Hazâ Risâle-i Mücevherat’dan alınmıştır; bkz., s.10a.

136. Doğrusunu Allah bilir.

137. Milâdî 1856/1857.

CEVÂHİRNÂMELER VE OSMANLILAR DÖNEMİ’NDE YAZILMIŞ.

63

Adıvar, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Dördüncü Baskı, İstanbul 1982. Ahmad, Sayyıd Maqbul, A History of Arab-lslamic Geography (9’h-16’h Century A.D.), Amman 1995.

Ahmed-i Bîcân, Hazâ Cevâhirnâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3452/3. Ahmed-i Bîcân, Risâle-i Havâss-ı Cevhernâme-i Ahmed-i Bîcân, Milli Kütüphane, Yazma

Eserler Koleksiyonu, A 6156/7. Ahmed-i Bîcân, ‘Acâ’lbü’l-Mahlûkât (Dil Özellikleri-Metin-Seçmeli Sözlük), Hazırlayan:

Osman Yıldız, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1989. Albayrak, Nurettin, “Cem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 7, İstanbul 1993, s.279-280. Anawati, Georges C, “Arabic Alchemy”, Encyclopedia ofthe History of Arabic Science,

Editör: Roshdi Rashed, Cilt 3, Londra 1996, s.853-885. Ateş, Ahmed, “Nizamî”, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 9, İstanbul 1988, s.318-327. Avicennae, De Congelatlone et Conglutinatione Lapidum, Being Sections ofthe Kitâb al-

Shifa, Yayıma Hazırlayanlar: E.J.Holmyard ve D.C.Mandeville, Paris 1927. Baysal, Jale, Kitap ve Kütüphane Tarihine Giriş, İkinci Baskı, İstanbul 1992. Biscia, Antonio Raineri, Fior di Pensleri sulle Pietre Prezlose dl Ahmed Teifascite,

Bologna 1906. Cevâhirnâme, İstanbul 1273.

Çağrıcı, Mustafa, “İbrahim Hakkı Erzurûmî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 21, İstanbul 2000,s.305-311.

Çelebioğlu, Âmil, “Ahmed Bîcan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbull989, s.49-51.

Çeltik, Halil, Ömer Ferit Kam ve Âsâr-ı Edebiye Tedkikatıı, Ankara 1998 De Boer, T.J., “İhvânü’s-Saf┑, İslâm Ansiklopedisi, Cilt 5/2, İstanbul 1988, s.946-947. Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. Baskı, Ankara 1999. Dizer, Muammer, 1868-1988 Kandilli Rasathanesi Yazma Eserler Katalogu, İstanbul Tarihsiz.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, İstanbul 1294.

Gökyay, Orhan Şaik, “Kitâb-ı Cevherü’l-Cevâhir”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na

Armağan, İstanbul 1991, s. 169-180. Hazâ Risâle-i Mücevherat, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi 5609. Hoca İshak Efendi, Mecmû’a-i ‘Ulûm-ı Riyâziyye, Cilt 4, Kahire 1261. İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, Tabiî İlimler, Cilt 2, İstanbul 1997. Kâhya, Esin ve Ayşegül D. Erdemir, Bilimin Işığında Osmanlıdan Cumhuriyete Tıp ve

Sağlık Kurumları, Ankara 2000. El-Kazvînî, ‘Acâ’ib el-Mahlûkât ve Garâ’ib el-Mevcûdât, Dördüncü Baskı, Kahire 1570.

Liddell, H.G. ve R. Scott, A Greek-Engllsh Lexlcon, Oxford 1937.

Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî (İnceleme-Metin-Dizin), Yayıma Hazırlayan: Mustafa Argunşah, Ankara 1999.

Muhammed ibn Mansûr, Kitâb-ı Cevhernâme, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 1706.

Muhammed ibn Muhammed ibn Hasan-ı Tûsî, Tensûhnâme-i İlhânî, Giriş ve Açıklamalarla Yayıma Hazırlayan: Seyyid Muhammed Takî Müderris-i Razavî, İkinci Baskı, Tahran 1363/1984.

Mustafa ibn Seydî, Tercüme-i Kitâb el-Cevâhir el-Müsemmâ bi-Tensîh-i İlhânî, Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 2044/3.

Mütercim Âsim Efendi, “Cemşîd”, Burhân-ı Kâtı’, Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk ve Derya Örs, Ankara 2000, s.l 15.

Nasr. Seyyed Hossein, Science and Civilizatioıı in islam, Massachusetts 1968.