Cehalet
Müfessirler, ^ …” yani gönüllerdeki yaralara bir ÅŸifa
olduÄŸu âyetini ve bu manadaki âyetleri açıklarken kalplerdeki ve davranışlardaki hastalıklardan biri de cehâlet olduÄŸuna dikkat çekmiÅŸlerdir. Kur’ân’ın da bu cehâlet hastalığına bir ÅŸifa olduÄŸunu ifade etmiÅŸlerdir.
“Cehl” fiili, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek gibi lûgav
î anlamlarda kullanılmaktadır.
Rağıb el-İsfehanî (Ö.502/1108), cehl’e üç anlam yüklemektedir: Bunlar, “KiÅŸinin bilgiden boÅŸ olması, gerçeÄŸin dışında bir ÅŸeye inanması ve bir ÅŸey hakkında olması gereken davranışın aksini yapmasıdır” demiÅŸtir.
Kur’ân’ ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan “câhil, cahiliyye, cehâlet, cehûl” kelimelerini kullanmaktadır. Kur’ân’ı Kerim’de cehâletin geçtiÄŸi âyetlerde, genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuÅŸtur. Yine Kur’ân’da ilim ve hikmetin Allah’ ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi, cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır.
Kur’ân’nın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ ın insana bilmediÄŸi ÅŸeyleri öğretmesinin vurgulanması, dolaylı olarak cehâletin insan için en baÅŸta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduÄŸunu göstermektedir.
Kur’ân, kâfirlerin yalnız dünya hakkında bir bilgi sahibi olduklarını ifade eder: “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler…” , …”Sen bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından baÅŸka bir ÅŸey istemeyen kimselere yüz verme. îşte onların erebilecekleri bilgi budur…” Bu âyetler, kâfirlerin bilgisinin maddenin ötesinde metafizik âlemi bilmeye asla kâfi gelemeyeceÄŸini,deneysel ve tabiî ilimlerin, Kur’ân’ın kastettiÄŸi ilmin yanında hiç bir kıymetinin olmadığını ifade etmektedir.
Kur’ân’ ın gönderilmesinin en önemli gayesi hiç şüphesiz, insanların içinde bulundukları koyu ve karanlıklı cehâlet girdâplarından, yanlış fikir inanç ve düşüncelerden kurtararak, doÄŸruyu, gerçeÄŸi ve iyi olanı öğretmektir. Nitekim, Kur’ân’ ın yeryüzüne gönderilmesiyle beraber, insanlık tarihi açısından, ilim ve irfan sahasında yeni bir çığır açmış ve önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiÅŸtir.
Türkçe’de yeni deyimle kuÅŸkulanma anlamında kullanılan şüphe, Kur’ân ıstılahında ise, ÅŸekk ve rayb lafızlarıyla ifade edilmektedir. Åžekk, asıl anlamı yırtmak, paralamak olup, insanda iki zıt ÅŸeyin aynı ölçüde olması, iki karşıt düşünceden birinin diÄŸerine ağır basmamasıdır. Yahut ÅŸekk, pazunun yana yapışması anlamından istiare olarak alınmış da olabilir. Bu da iki düşüncenin birbirine yapışıp akıl ile anlaşılamamasıdır. Çünkü terim olarak ÅŸekk, ya iki düşüncenin kanıtının aynı derecede olmasından veya hiçbirinin kanıtının olmamasından ileri gelir. Rayb ise, ÅŸekk, şüphe, zan, töhmet anlamına gelmektedir. Reyb, esasında kendine bir ızdırap, bir kuÅŸku vermek anlamında mastar iken, sözlükte bu ızdıraba baÅŸlıca sebep olan ÅŸek ve şüphe manasında kullanımı üstün gelmiÅŸtir.
Aşırı şüphe sinirsel bir hastalıktır. Ancak eğer bu şüphe bir durumun usulü dairesinde incelenmesinden ileri gelirse, normal bir şüphe olur; evet ile hayır arasındaki tereddütler gibi. Çünkü insan, fıtraten dışından aldıklarını içinde işleme özelliğine sahiptir; içinde işlediklerinden ise, kendisine en uygun olanını seçer. Bu türden olan şüpheler metodik oldukları taktirde, insanı hakikate ulaştırır. Kelamcı ve felsefecilerin konular üzerindeki şüpheleri gibi.
Ayrıca şüphenin kaynağı hakkında da şunlar ifade edilmektedir: kalpte beliren şüphenin nedeni günahlar ve haramlardır. Bunların neticesinde ise manevî yara ve bereler hâsıl olur ve bunlar da son aşama olarak yerinivesvese ve şüphelere bırakır. Şüpheler ise, imanın mahalli olan kalbin batınına ilişerek (imanı) zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine zarar verip zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturur.
Kur’ân, ÅŸek ve şüpheleri izâle ederek gönüllerdeki bu hastalığa ÅŸifa olmak için gönderilmiÅŸken, insanların ve özellikle de münâfıkların şüphe içinde kalmaya devam etmelerinin nedeni iki ÅŸeydir. Bunlar, ya tam bir cehâlete boyanmış, özel garezlerinden baÅŸka hiç bir ÅŸeye yönelme duygusu kalmamış olan, kalpleri mühürlenmiÅŸ kâfir inatçılardır. Veya hiç bir ÅŸeyin bilinmediÄŸine inanmış her hususta ÅŸek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı algılamaya, ilim ve saÄŸlam bilgiye, güzel ahlâka ulaÅŸtıracak basiret nurları sönmüş, nifâkı su-i zannı ÅŸiar edinmiÅŸ şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuÅŸkuları da tamamen manasız, hükümsüz ve haksızdır.
Bununla beraber, ilim ve fenler geliÅŸmesine raÄŸmen, âlemde gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliÄŸin zaman zaman geniÅŸlemekte olduÄŸu da inkâr olunamaz. Dolaysıyla insanlığın en büyük kalbî ve ahlâkî hastalığının şüphe ve şüphelenme meselesinde olduÄŸunu ve insanlığın saadeti gayesinde bunun her ÅŸeyden giderilmesi gerektiÄŸini Kur’ân, bu ÅŸekilde gösterdikten sonra insanları, iman, ilim ve saÄŸlam bilgiyle yaÅŸatacak olan hak yolunu ve srat-ı müstakîmi peyderpey açıklamıştır.
Bazı müfessirler de, ” Kendisinde hiç bir şüphe yoktur.” âyetini açılarken; Kur’ân delillerinin şüpheden uzak, açık ve yüksek bir deÄŸere sahip olduÄŸunu vurgulamıştır. Böylece Allah, her âyetin şüphe edilmeyecek bürhanların yerine geçtiÄŸini ve her türlü ÅŸekten uzak olduÄŸunu ayrıca mukaddes kitaplar içinde doÄŸru yolu Kur’ân kadar açık ve net bir ÅŸekilde gösteren baÅŸka bir kitabın bulunmadığını ifade etmiÅŸtir.
“Hakk, Rabb’inden gelendir. Artık şüphe edenlerden olma.” , “Kendilerine kitap verdiklerimiz, bu Kur’ân’ın senin Rabb’in tarafından hak olarak indirilmiÅŸ olduÄŸunu bildirirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerdenolma.” Yukarıda zikredilen bu âyetlerde, Kur’ân’ın gönüllerdeki her türlü şüphe hastalıkların izâle ederek ÅŸifa vermek için gönderildiÄŸi vurgulanırken, diÄŸer taraftan da mü’minin imanı açısından en tehlikeli ve korkulacak manevi hastalık ise şüphe olduÄŸuna dikkat çekilmektedir.
Åžirk, “ÅŸerike” fiilinin masdarı olup, aynı kökten gelen ÅŸirket, müşâreket, mülk ve saltanatta ortak olmayı, bir ÅŸeyin birden fazla kiÅŸiye ait olduÄŸunu ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “eÅŸreke” fiili, ortak koÅŸmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koÅŸana ise, müşrik denir. Istılahta ise ÅŸirk, Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımak, O’na karşı ÅŸirki dava ve ispat etmektir ki, küfrün en büyüğü de budur. İslam dinînin esaslarına tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere hakiki müşrik denir. Yahudiler ve Hristiyanlar bu gruba girerler.
İslam uleması, ÅŸirk konusunda bir çok deÄŸerlendirmeler ve tasnifler yapmakla birlikte öz olarak iki yönüne dikkat çekmiÅŸlerdir. Birincisi, Yüce Allah’a karşı ÅŸirkin varlığını ispat etmektir ki en büyük ÅŸirk budur. ” Falan kiÅŸi Allah’a ortak koÅŸmak iddiasında bulundu.” Bu gruba örnek olarak söylenir. Bundan dolayı bu ÅŸirk, küfrün en büyüğü kabul edilmiÅŸtir. İkinci ÅŸirk ise; riya, iki yüzlülük gibi bazı davranışlarda Allah dışındaki ÅŸeyleri dikkate alarakonlara riayet etmesidir ki buna da küçük ÅŸirk denilmiÅŸtir.
74 İsfehanî, a.g.e., s. 259,260; Yazır, a.g.e., III. 459
” Allah kendisine ortak koÅŸulmasını asla bağışlamaz; ondan baÅŸka günahları dilediÄŸi kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koÅŸarsa büsbütün sapıtmıştır.” Bu ve benzeri âyetlerin deÄŸerlendirilmesi sonucunda anlaşılan odur ki ; inkar ve ÅŸirk içinde hayatını tamamlayanların bağışlanmayacağı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
“Muhakkak ÅŸirk büyük bir zulümdür.”77 Çünkü zulüm, bir ÅŸeyi olması gereken yerden baÅŸka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını Allah’tan baÅŸkasına vermektir. Aynı zamanda “Andolsun Biz AdemoÄŸlunu yücelttik.”78 ifadesince Allah’ ın mükerrem kıldığı ve ÅŸeref verdiÄŸi insan nefsini bir yaratığa ibadet ettirerek alçaltmaktır. DiÄŸer bir nokta ise ÅŸirk koÅŸmak, tanrılığı Allah’ın dışındaki ÅŸeylere vermektir. Allah’ın dışındaki ÅŸeylerin ise, tanrı olmasına hiç bir ÅŸekilde cevaz ve imkan yoktur.79
Izutsu, ÅŸirk ve küfür arasındaki anlam iliÅŸkisinden dolayı ÅŸu deÄŸerlendirmeyi yapmaktadır. ” Eski Arap diyarında, putperestlik, putlara ve birde kendilerine bazen “Allah’ ın kızları” ya da kısaca Allah’ ın arkadaÅŸları veya ortakları adı verilen tali ilahî ÅŸahsiyetlere tapmaktan ibarettir. Bu tür putperestlik için en uygun terim ÅŸirktir, putpereste de müşrik kelime anlamıyla “eÅŸ koÅŸan” yani Allah’a ortaklar izafe eden denir.”80
Bazı âyetlerde müşrik sözünün anlam içeriÄŸini baÅŸlıca iki faktörün belirlediÄŸi ima yolu ile anlatılmaktadır.81 Bunlar, Vahye tabi olmamak ve Allah’ ın mutlak birliÄŸini tanımamaktır. “Rabb’inden sana vahyolunana tabi ol. O’ndan baÅŸka ilah yoktur. Müşrikten uzak dur.”82
“Her zerresinde tevhid anlayışına dayanan İslam açısından, Hristiyanlığın teslis öğretisinin, putperestliÄŸin tipik bir misâli olduÄŸunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Hz. İsa’nın tanrılaÅŸtırılması da öyle. Hristiyanlığın bu merkezî uhdelerinin ayırım gözetilmeksizin kâfirce eylemler biçimde ele alınmış olduÄŸunu belirtmiÅŸ olalım. Bu eylemler birer ÅŸirk vak’ası olmak hasebiyle küfür sınıfına dahil olunmaktadırlar.”83
Bir baÅŸka açıdan bakıldığında ise ÅŸirk, “iftira alâ Allah el- kezib” den yani “Allah aleyhine yalan uydurmaktan” baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira muhakkak putperestliÄŸin ÅŸirki, “kapris (naz) yüzünden,” gerçekte isminden baÅŸka hiç bir varlığı bulunmayan varlıklar yaratmaktan
77 Lokman, 31/13
78 İsra, 17/70.
8709 Yazır, a.g.e., VI. 45
80 Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (Çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay.
3.Baskı İstanbul, 2003, s. 211
81 Maide, 5/72,73
82 En’am, 6/106
83 Izutsu, a.g.e., s. 211-212ibarettir. Ve bu yoldan da gidildiğinde, aşağıdaki bölümün apaçık gösterildiği gibi şirk son noktasında küfür ile buluşmaktadır.
Onlar, “Allah kendisine bir oÄŸul edindi!” diyorlar. Tenzih ederim! O Samed’dir. Yerdeki ve gökteki her ÅŸey O’na aittir. Sizin bu konuda yetkiniz yoktur. Allah hakkında bilmediÄŸiniz ÅŸeyler mi söyleyeceksiniz? Söyle kendilerine: “Yeminle, Allah hakkında yalan söyleyenlerin sonu iyi olmayacak!” Kâfir oldukları için onlara acı bir ceza tattırtacağız.
Buraya kadar ÅŸirk hakkında naklettiÄŸimiz deÄŸerlendirmeler ÅŸu gerçeÄŸi gösteriyor ki, o da; Kur’ân’ ın ÅŸirk kavramı, üzerinde hassasiyetle durduÄŸu bir konu olduÄŸunu ve Allah katında en büyük cürüm olmasının tabiî bir sonucu olarak, müşriklerin ÅŸirk eylemlerinden dolayı ÅŸiddetli bir azaba uÄŸratılacaklarını haber vermesidir.
1.4.4. Küfür
Küfür, bir ÅŸeyi örtmek, gizlemek gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Bundan dolayı karanlığı ile her ÅŸeyi örttüğü için geceye ve toprağın altında tohumu gizlediÄŸi için çiftçiye kâfir denilmektedir. Istılahta ise, imanın zıddı olup, Allah’ın varlığını ve birliÄŸini, peygamberliÄŸi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in Allah katından getirdiÄŸi kesin olarak belli ( delâleti ve sûbuti kat’i haberler) olan ÅŸeyleri inkâr etmektir.
İmam-ı Gazalî, küfrü, “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’ in getirmiÅŸ olduÄŸu haberlere (Kur’ân’a ve mütevatir sünnete) inanmamak, onları yalanlamak olarak” tarif eder.
Kur’ân’ı Kerim’de: ” Allah’ın indirdiÄŸi hükümlerle hükmetmeyenler var ya, iÅŸte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” âyeti İbn-i Kesir tefsir ederken, İbn-i Abbas (r.a.)’ ın; ” Kim Allah’ın indirdiÄŸi hükümleri bilebile red ve inkâr ederse kâfir olur.” Åžeklinde yorumladığını beyan etmektedir.
İmandaki doÄŸrulama gibi, küfürde de yalanlama; kalben, sözle veya fiilen olur. Kalben yalanlama, nasıl küfür ise zorunluluk yokken sözle yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözle yalanlama, daha kötü bir düşmanlığı açığa vurma olur. Bunun gibi fiili yalanlama da böyledir. İman edilmesi gereken mukaddesleri fiilen hakir görme, alay etme ve hafife alma, iptal etmeye çalışmak küfrün en kötüsü olduÄŸunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre denip de, sözle veya fiilen açığa vurulup ilân olunan küfür denmemesi nasıl mümkün olur. Ancak sözle veya fiilen açığa vurma ( kalbi imanla tatmin olmuÅŸ olduÄŸu halde baskı altında olduÄŸu hariç) ÅŸer’i istisnası gereÄŸince mecburi bir zorlamaya dayalı olursa bu sorumluluÄŸu gerektirmez.
Kur’ân, kâfirlere bir çok âyette iÅŸaret etmekte, kendilerini belirleyen temel kimliklerle nitelemektedir. Kur’ân’ ın onlar için belirlediÄŸi sûret ÅŸudur: Tevhîde, resullere ve semavî kitaplara, âhiret gününe, diriliÅŸe, hesaba, cennet ve cehenneme inanmaz; fayda ve zarar vermeyen, iÅŸitemez, konuÅŸamaz ve akledemez olan putlara ibadet eden babalarının davranışlarını taklit ederler. Düşünceleri donmuÅŸ, İslam’ın çağırdığı tevhid gerçeÄŸine idrâk etmekten yoksun kiÅŸiler olduklarından dolayı Kur’ân, ÅŸu ifadeyle kendilerini tanıtmaktadır: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiÅŸtir, gözlerine de perde inmiÅŸtir…”
Ayrıca küfür, sadece diÄŸer menfi vasıfların çevresinde dolaÅŸtıkları destek noktasını teÅŸkil etmekle kalmayıp, Kur’ânî ahlâk sisteminin tümü içinde öyle önemli bir yer iÅŸgal etmektedir ki, bu kelimenin anlamsal yapısının nice olduÄŸunun berrak bir biçimde anlaşılması, olumlu niteliklerin ekserisinin layıkınca deÄŸerlendirilmesinde adeta ön bir ÅŸarttır.
İnsan, yaÅŸamının her anında kendisine göstermekte olduÄŸu iyilik karşılığında, Allah’a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiÅŸtir. Kâfir, bu suretle Allah’ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiç bir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta Banî’ine karşı isyankâr davranan kiÅŸidir. Allah’ın hayır ve keremine karşı takınılan bu temel nankörcedavranış en bariz ve etkin biçimde tekzibde yani Allah’ a, elçisine ve elçinin getirdiÄŸi ilahî habere iftirada kendinî göstermektedir.
İnsanın yaratıcıyı reddi olarak küfür, en tipik biçimde çeÅŸitli küstahça, hoyratça ve düşüncesizce eylemlerde kendisini belli eder. “Kibirli ÅŸiÅŸinmek” demek olan istikbar ve ÅŸahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan istiÄŸnâ gibi benzer fikirleri temsil eden basit bir çok sözcük mevcuttur. Bu bakımdan küfür, tadarrunun, ( alçak gönüllülüğün) tam karşıtını oluÅŸturmakta ve İslam’ın genel din anlayışını hakikaten merkezî öğesi olan “Allah korkusu” takvâ fikriyle doÄŸrudan çakışmaktadır.
Özetle iman, tevhid üslubuyla bir inançlar topluluğuna tam bir boyun eğiş ve tabi oluştur. Küfür de onlardan birinin bile bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak ta küfürdür. İman tümel bir kabûldür. Küfür ise, onun bozucusu olduğundan küçücük bir olumsuzlama ile ve inkârla gerçekleşir. Tümel bir olumsuzlamaya bağlı olmaz. İman ile küfür sadece zıt değil, birbirleriyle çelişiktirler. Ne bir araya gelirler, nede arada vasıta vardır.
1.4.5. İsyan ve Günahlar
Müfessirler; günah ve isyanı, kalbî ve manevî hastalıklar olarak deÄŸerlendirerek Kur’ân’ın bu tür ahlâkî ve sosyal ruh hastalıklarına karşı “ÅŸifa ve rahmetin ta kendisi” olduÄŸunu ifade etmiÅŸlerdir. Bunun için de (Kur’an) “…müminlere bir ÅŸifa ve rahmettir… ” âyetinde, Peygamber bir doktora Kur’ân ise ÅŸifa veren ve devaya yeterli bir gıdaya benzetiliyor demiÅŸlerdir.
İsyan, itâatin dışına çıkma, emre karşı gelme, baÅŸkaldırı, Allah’ın kanunları çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınma hali gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Günah ise, Farsça bir kelime olup lûgatlarda; ” Allah’ın emirlerine aykırı olarak görülen iÅŸ, davranış, dinî suç” gibi anlamlarıifade eder. Günah ve isyan Kur’ân terminolojisinde ism, lemen, seyyie, zenb, kebire ve cürm kavramlarıyla ifade edilmiÅŸtir.
Izutsu’ya göre günah terimi, ism ile anlamdaÅŸtırlar ve en fazla, Kitab’ın yasayıcı bölümlerinde kullanılmaktadır. Anlamları, iÅŸleyene ceza gerektirecek bir günah ve cürüm gibi gözükmektedir.
Günahlar hakkında İslam bilginlerinin farklı tasnif ve deÄŸerlendirmeleri olmuÅŸtur. “EÄŸer yasak ettiÄŸimiz büyük (günahlardan) kaçınırsanız sizin (diÄŸer) kabahatlerinizi örteriz” âyetinde büyük günahlar “kebâir,” kabahatler de “seyyie” olarak açıklanmıştır.
Elmalılı Yazır, “Günahın açık olanını da, gizlisini terk edin” âyetini tefsir ederken ÅŸunları kaydetmiÅŸtir. “Günahın açık olanı da, gizli olanı da tabiri ilk anda iki anlamı ihtiva eder. Birisi açıktan açığa alenen yapılan kötü fiil, diÄŸeri de gizli de yapılsa kötülüğü, kötü olduÄŸu açık ve kesin olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeÅŸit demektir ki birisi gizli yapılan kötü fiil, diÄŸeri de, açıktan da yapılsa kötülüğü gizli yani baÅŸlangıçta fenalığı açıktan açığa anlaşılmayan, sonradan meydana çıkan ve dolaysıyla ilk anda günahının anlaşılması bir delil ve habere baÄŸlı olan kötü fiildir. Bundan baÅŸka bir fiil, ya zina, hırsızlık v.s. gibi azalarla yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sadece kalp ile yapılır. Günahın açık ve gizli olması ifadesi bu farkı içine alırsa da bu öncekilerin muhtevasına girmektedir.”
Özetle, isyan ve günahlar, insanın kalbî ve ruhî hayatı açısından en tehlikeli manevî hastalıklardandır. Bunun yanı sıra isyan ve günahlar, kul ile Allah arasındaki manevî irtibatı kestiğinden insandaki bir çok latife ve duyguları ya köreltir ya da bir daha dirilmemek üzere öldürür.
1.4.6. Nifâk ve Münâfıklık
Manevî hastalıklar arasında önemli bir yere sahip olan ve İslam’ın manevî hayatının sıhhatini zedeleyen bu kavramlar hakkında Ku’ân’ ı Kerim oldukça geniÅŸ ve ayrıntılı bilgi sunmuÅŸtur.
Nifak kelimesi, “Ne-fa-ka” fiil kökünden gelir. Bu fiil çeÅŸitli anlamlarda kullanılmıştır. İslam’a bir taraftan girip diÄŸer taraftan çıkmaÄŸa denilmektedir. Bu kelime, “nafikâu’l yerbû” (ova sıçanın deliÄŸi) tabirinden alınmıştır. Yer altında bulunan ve bir ucundan girilip, diÄŸer ucundan çıkılan iÅŸlek yol (tünel) manasında kullanılmaktadır. Böyle bir tünelin sahibi, onun içerisinde nasıl gizlenirse, münâfık da İslam’ın perdesi altında öylece gizlenir. İslami ıstılahta ise, dili ile imanı izhar eden, buna mukabil kalbinde küfrü sabit olan kimseye münâfık denilmektedir.
Münâfıklar, dışı Müslüman içi kâfir olan iki yüzlü şaşkınlardır ki piyasaya göre şekil alırlar. Her münâfık riyakârdır. Fakat her riyakârın münâfık olması gerekmez. Riya imana zıt olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise inancın zıddına imanda riyakârlıktır. Bununla beraber sırf ameli olan nifâk ta vardır. Bu yönüyle nifâk ile riya birbirine yakındırlar.
Kur’ân’da münâfıkların, ÅŸahıs olarak isimlerinin geçmediÄŸini görmekteyiz. Kur’ân’ ın bu mevzuda, insanın psikolojik tabiatını göz önüne aldığını söyleyebiliriz. EÄŸer ismen ÅŸahıslar zikredilseydi, ismi zikredilen ÅŸahısların İslam’a girmeleri mümkün olmazdı. Çünkü egonun tahrik edildiÄŸinde, karşı tarafın hakkı savunduÄŸuna inanılsa bile, inad ile mukâbele edilmesi bir fıtrat kanunudur.
Münâfıkların en büyük hassasiyetleri, menfaâtlerine ve zevklerine düşkünlükleridir. Bu durum, onları iki yüzlülüğe ve yalana itmektedir. Nitekim Kur’ân, münâfıkların bu hususiyetlerinden bahsederken cimriliÄŸin en katmerlisi olan ve pintilik anlamına gelen, aynı zamanda ruhsal bir hastalık göstergesi olmak üzere sıfat-ı müşebbehe formuyla “eÅŸihhe” ifadesini kullanır: “Sizlere karşı gayet cimridirler …” , ” Çünkü onlarkötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Onlar ellerini sıkı sıkı tutarlar.” “Onlar, “Allah’ ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir ÅŸey harcamayın ki dağılıp gitsinler ” diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazinleri Allah’ ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.”
Kur’ân, münâfıkların menfaate olan düşkünlüklerini gizleseler de, bu husustaki aşırı hırslarının kendilerini ele verdiÄŸini ifade etmektedir: “İçlerinden sadakalar(ın taksimi) hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü eÄŸer içlerinden kendilerine (diledikleri bir ÅŸey) verilirse hoÅŸlanırlar. Åžayet yine kendilerinden olanlara (diledikleri ÅŸey) verilmezse derhal kızarlar.”
Ayrıca Kur’ân, münâfıkların korkak bir ruh haletine sahip oldukların deÄŸinir. Nefsi veya komitesiyle tasarladığı oyun ve planları açığa çıkar diye korkak ve ürkek davranırlar. ” münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin mü’minlere indirilmesinden (daima) çekinirler…” Çünkü her duydukları kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanarak korkarlar. Lehlerine söyleneni bile aleyhlerine sanarak ürker, kaçınmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Onlara hemen hemen pöh denilse korkacak durumdadırlar. Her ÅŸeyden nem kapar her sesten ürkerler.
Ayrıca yeryüzündeki fesadın kaynağı olmakla birlikte fesatçılıklarını, ıslahatçılık olarak görecek kadar cemiyetteki muvazeneyi bilmez birileri oldukları da vurgulanmaktadır: ” Onlara; yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiÄŸi zaman biz ancak ıslah edicileriz derler.”
Nifak, kalp mühürlemesine sebebiyet vermektedir. “Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiÅŸtir. Artık onlar hiç anlamazlar.”
Kur’ân’da anlatılan nifâkla ilgili tüm bu özelikler, insanın bireysel ve sosyal hayatını ne kadar derinden sarstığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca
Kur’ân’ ın, dünya ve âhiret hayatı açısından nifâkın en tehlikeli manevî bir hastalık olduÄŸuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.
Cehalet
Müfessirler, ^ …” yani gönüllerdeki yaralara bir ÅŸifa
olduÄŸu âyetini ve bu manadaki âyetleri açıklarken kalplerdeki ve davranışlardaki hastalıklardan biri de cehâlet olduÄŸuna dikkat çekmiÅŸlerdir. Kur’ân’ın da bu cehâlet hastalığına bir ÅŸifa olduÄŸunu ifade etmiÅŸlerdir.
“Cehl” fiili, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek gibi lûgav
î anlamlarda kullanılmaktadır.
Rağıb el-İsfehanî (Ö.502/1108), cehl’e üç anlam yüklemektedir: Bunlar, “KiÅŸinin bilgiden boÅŸ olması, gerçeÄŸin dışında bir ÅŸeye inanması ve bir ÅŸey hakkında olması gereken davranışın aksini yapmasıdır” demiÅŸtir.
Kur’ân’ ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan “câhil, cahiliyye, cehâlet, cehûl” kelimelerini kullanmaktadır. Kur’ân’ı Kerim’de cehâletin geçtiÄŸi âyetlerde, genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuÅŸtur. Yine Kur’ân’da ilim ve hikmetin Allah’ ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi, cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır.
Kur’ân’nın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ ın insana bilmediÄŸi ÅŸeyleri öğretmesinin vurgulanması, dolaylı olarak cehâletin insan için en baÅŸta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduÄŸunu göstermektedir.
Kur’ân, kâfirlerin yalnız dünya hakkında bir bilgi sahibi olduklarını ifade eder: “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler…” , …”Sen bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından baÅŸka bir ÅŸey istemeyen kimselere yüz verme. îşte onların erebilecekleri bilgi budur…” Bu âyetler, kâfirlerin bilgisinin maddenin ötesinde metafizik âlemi bilmeye asla kâfi gelemeyeceÄŸini,deneysel ve tabiî ilimlerin, Kur’ân’ın kastettiÄŸi ilmin yanında hiç bir kıymetinin olmadığını ifade etmektedir.
Kur’ân’ ın gönderilmesinin en önemli gayesi hiç şüphesiz, insanların içinde bulundukları koyu ve karanlıklı cehâlet girdâplarından, yanlış fikir inanç ve düşüncelerden kurtararak, doÄŸruyu, gerçeÄŸi ve iyi olanı öğretmektir. Nitekim, Kur’ân’ ın yeryüzüne gönderilmesiyle beraber, insanlık tarihi açısından, ilim ve irfan sahasında yeni bir çığır açmış ve önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiÅŸtir.
Türkçe’de yeni deyimle kuÅŸkulanma anlamında kullanılan şüphe, Kur’ân ıstılahında ise, ÅŸekk ve rayb lafızlarıyla ifade edilmektedir. Åžekk, asıl anlamı yırtmak, paralamak olup, insanda iki zıt ÅŸeyin aynı ölçüde olması, iki karşıt düşünceden birinin diÄŸerine ağır basmamasıdır. Yahut ÅŸekk, pazunun yana yapışması anlamından istiare olarak alınmış da olabilir. Bu da iki düşüncenin birbirine yapışıp akıl ile anlaşılamamasıdır. Çünkü terim olarak ÅŸekk, ya iki düşüncenin kanıtının aynı derecede olmasından veya hiçbirinin kanıtının olmamasından ileri gelir. Rayb ise, ÅŸekk, şüphe, zan, töhmet anlamına gelmektedir. Reyb, esasında kendine bir ızdırap, bir kuÅŸku vermek anlamında mastar iken, sözlükte bu ızdıraba baÅŸlıca sebep olan ÅŸek ve şüphe manasında kullanımı üstün gelmiÅŸtir.
Aşırı şüphe sinirsel bir hastalıktır. Ancak eğer bu şüphe bir durumun usulü dairesinde incelenmesinden ileri gelirse, normal bir şüphe olur; evet ile hayır arasındaki tereddütler gibi. Çünkü insan, fıtraten dışından aldıklarını içinde işleme özelliğine sahiptir; içinde işlediklerinden ise, kendisine en uygun olanını seçer. Bu türden olan şüpheler metodik oldukları taktirde, insanı hakikate ulaştırır. Kelamcı ve felsefecilerin konular üzerindeki şüpheleri gibi.
Ayrıca şüphenin kaynağı hakkında da şunlar ifade edilmektedir: kalpte beliren şüphenin nedeni günahlar ve haramlardır. Bunların neticesinde ise manevî yara ve bereler hâsıl olur ve bunlar da son aşama olarak yerinivesvese ve şüphelere bırakır. Şüpheler ise, imanın mahalli olan kalbin batınına ilişerek (imanı) zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine zarar verip zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturur.
Kur’ân, ÅŸek ve şüpheleri izâle ederek gönüllerdeki bu hastalığa ÅŸifa olmak için gönderilmiÅŸken, insanların ve özellikle de münâfıkların şüphe içinde kalmaya devam etmelerinin nedeni iki ÅŸeydir. Bunlar, ya tam bir cehâlete boyanmış, özel garezlerinden baÅŸka hiç bir ÅŸeye yönelme duygusu kalmamış olan, kalpleri mühürlenmiÅŸ kâfir inatçılardır. Veya hiç bir ÅŸeyin bilinmediÄŸine inanmış her hususta ÅŸek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı algılamaya, ilim ve saÄŸlam bilgiye, güzel ahlâka ulaÅŸtıracak basiret nurları sönmüş, nifâkı su-i zannı ÅŸiar edinmiÅŸ şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuÅŸkuları da tamamen manasız, hükümsüz ve haksızdır.
Bununla beraber, ilim ve fenler geliÅŸmesine raÄŸmen, âlemde gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliÄŸin zaman zaman geniÅŸlemekte olduÄŸu da inkâr olunamaz. Dolaysıyla insanlığın en büyük kalbî ve ahlâkî hastalığının şüphe ve şüphelenme meselesinde olduÄŸunu ve insanlığın saadeti gayesinde bunun her ÅŸeyden giderilmesi gerektiÄŸini Kur’ân, bu ÅŸekilde gösterdikten sonra insanları, iman, ilim ve saÄŸlam bilgiyle yaÅŸatacak olan hak yolunu ve srat-ı müstakîmi peyderpey açıklamıştır.
Bazı müfessirler de, ” Kendisinde hiç bir şüphe yoktur.” âyetini açılarken; Kur’ân delillerinin şüpheden uzak, açık ve yüksek bir deÄŸere sahip olduÄŸunu vurgulamıştır. Böylece Allah, her âyetin şüphe edilmeyecek bürhanların yerine geçtiÄŸini ve her türlü ÅŸekten uzak olduÄŸunu ayrıca mukaddes kitaplar içinde doÄŸru yolu Kur’ân kadar açık ve net bir ÅŸekilde gösteren baÅŸka bir kitabın bulunmadığını ifade etmiÅŸtir.
“Hakk, Rabb’inden gelendir. Artık şüphe edenlerden olma.” , “Kendilerine kitap verdiklerimiz, bu Kur’ân’ın senin Rabb’in tarafından hak olarak indirilmiÅŸ olduÄŸunu bildirirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerdenolma.” Yukarıda zikredilen bu âyetlerde, Kur’ân’ın gönüllerdeki her türlü şüphe hastalıkların izâle ederek ÅŸifa vermek için gönderildiÄŸi vurgulanırken, diÄŸer taraftan da mü’minin imanı açısından en tehlikeli ve korkulacak manevi hastalık ise şüphe olduÄŸuna dikkat çekilmektedir.
Åžirk, “ÅŸerike” fiilinin masdarı olup, aynı kökten gelen ÅŸirket, müşâreket, mülk ve saltanatta ortak olmayı, bir ÅŸeyin birden fazla kiÅŸiye ait olduÄŸunu ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “eÅŸreke” fiili, ortak koÅŸmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koÅŸana ise, müşrik denir. Istılahta ise ÅŸirk, Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımak, O’na karşı ÅŸirki dava ve ispat etmektir ki, küfrün en büyüğü de budur. İslam dinînin esaslarına tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere hakiki müşrik denir. Yahudiler ve Hristiyanlar bu gruba girerler.
İslam uleması, ÅŸirk konusunda bir çok deÄŸerlendirmeler ve tasnifler yapmakla birlikte öz olarak iki yönüne dikkat çekmiÅŸlerdir. Birincisi, Yüce Allah’a karşı ÅŸirkin varlığını ispat etmektir ki en büyük ÅŸirk budur. ” Falan kiÅŸi Allah’a ortak koÅŸmak iddiasında bulundu.” Bu gruba örnek olarak söylenir. Bundan dolayı bu ÅŸirk, küfrün en büyüğü kabul edilmiÅŸtir. İkinci ÅŸirk ise; riya, iki yüzlülük gibi bazı davranışlarda Allah dışındaki ÅŸeyleri dikkate alarakonlara riayet etmesidir ki buna da küçük ÅŸirk denilmiÅŸtir.
74 İsfehanî, a.g.e., s. 259,260; Yazır, a.g.e., III. 459
” Allah kendisine ortak koÅŸulmasını asla bağışlamaz; ondan baÅŸka günahları dilediÄŸi kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koÅŸarsa büsbütün sapıtmıştır.” Bu ve benzeri âyetlerin deÄŸerlendirilmesi sonucunda anlaşılan odur ki ; inkar ve ÅŸirk içinde hayatını tamamlayanların bağışlanmayacağı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
“Muhakkak ÅŸirk büyük bir zulümdür.”77 Çünkü zulüm, bir ÅŸeyi olması gereken yerden baÅŸka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını Allah’tan baÅŸkasına vermektir. Aynı zamanda “Andolsun Biz AdemoÄŸlunu yücelttik.”78 ifadesince Allah’ ın mükerrem kıldığı ve ÅŸeref verdiÄŸi insan nefsini bir yaratığa ibadet ettirerek alçaltmaktır. DiÄŸer bir nokta ise ÅŸirk koÅŸmak, tanrılığı Allah’ın dışındaki ÅŸeylere vermektir. Allah’ın dışındaki ÅŸeylerin ise, tanrı olmasına hiç bir ÅŸekilde cevaz ve imkan yoktur.79
Izutsu, ÅŸirk ve küfür arasındaki anlam iliÅŸkisinden dolayı ÅŸu deÄŸerlendirmeyi yapmaktadır. ” Eski Arap diyarında, putperestlik, putlara ve birde kendilerine bazen “Allah’ ın kızları” ya da kısaca Allah’ ın arkadaÅŸları veya ortakları adı verilen tali ilahî ÅŸahsiyetlere tapmaktan ibarettir. Bu tür putperestlik için en uygun terim ÅŸirktir, putpereste de müşrik kelime anlamıyla “eÅŸ koÅŸan” yani Allah’a ortaklar izafe eden denir.”80
Bazı âyetlerde müşrik sözünün anlam içeriÄŸini baÅŸlıca iki faktörün belirlediÄŸi ima yolu ile anlatılmaktadır.81 Bunlar, Vahye tabi olmamak ve Allah’ ın mutlak birliÄŸini tanımamaktır. “Rabb’inden sana vahyolunana tabi ol. O’ndan baÅŸka ilah yoktur. Müşrikten uzak dur.”82
“Her zerresinde tevhid anlayışına dayanan İslam açısından, Hristiyanlığın teslis öğretisinin, putperestliÄŸin tipik bir misâli olduÄŸunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Hz. İsa’nın tanrılaÅŸtırılması da öyle. Hristiyanlığın bu merkezî uhdelerinin ayırım gözetilmeksizin kâfirce eylemler biçimde ele alınmış olduÄŸunu belirtmiÅŸ olalım. Bu eylemler birer ÅŸirk vak’ası olmak hasebiyle küfür sınıfına dahil olunmaktadırlar.”83
Bir baÅŸka açıdan bakıldığında ise ÅŸirk, “iftira alâ Allah el- kezib” den yani “Allah aleyhine yalan uydurmaktan” baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira muhakkak putperestliÄŸin ÅŸirki, “kapris (naz) yüzünden,” gerçekte isminden baÅŸka hiç bir varlığı bulunmayan varlıklar yaratmaktan
77 Lokman, 31/13
78 İsra, 17/70.
8709 Yazır, a.g.e., VI. 45
80 Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (Çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay.
3.Baskı İstanbul, 2003, s. 211
81 Maide, 5/72,73
82 En’am, 6/106
83 Izutsu, a.g.e., s. 211-212ibarettir. Ve bu yoldan da gidildiğinde, aşağıdaki bölümün apaçık gösterildiği gibi şirk son noktasında küfür ile buluşmaktadır.
Onlar, “Allah kendisine bir oÄŸul edindi!” diyorlar. Tenzih ederim! O Samed’dir. Yerdeki ve gökteki her ÅŸey O’na aittir. Sizin bu konuda yetkiniz yoktur. Allah hakkında bilmediÄŸiniz ÅŸeyler mi söyleyeceksiniz? Söyle kendilerine: “Yeminle, Allah hakkında yalan söyleyenlerin sonu iyi olmayacak!” Kâfir oldukları için onlara acı bir ceza tattırtacağız.
Buraya kadar ÅŸirk hakkında naklettiÄŸimiz deÄŸerlendirmeler ÅŸu gerçeÄŸi gösteriyor ki, o da; Kur’ân’ ın ÅŸirk kavramı, üzerinde hassasiyetle durduÄŸu bir konu olduÄŸunu ve Allah katında en büyük cürüm olmasının tabiî bir sonucu olarak, müşriklerin ÅŸirk eylemlerinden dolayı ÅŸiddetli bir azaba uÄŸratılacaklarını haber vermesidir.
1.4.4. Küfür
Küfür, bir ÅŸeyi örtmek, gizlemek gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Bundan dolayı karanlığı ile her ÅŸeyi örttüğü için geceye ve toprağın altında tohumu gizlediÄŸi için çiftçiye kâfir denilmektedir. Istılahta ise, imanın zıddı olup, Allah’ın varlığını ve birliÄŸini, peygamberliÄŸi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in Allah katından getirdiÄŸi kesin olarak belli ( delâleti ve sûbuti kat’i haberler) olan ÅŸeyleri inkâr etmektir.
İmam-ı Gazalî, küfrü, “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’ in getirmiÅŸ olduÄŸu haberlere (Kur’ân’a ve mütevatir sünnete) inanmamak, onları yalanlamak olarak” tarif eder.
Kur’ân’ı Kerim’de: ” Allah’ın indirdiÄŸi hükümlerle hükmetmeyenler var ya, iÅŸte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” âyeti İbn-i Kesir tefsir ederken, İbn-i Abbas (r.a.)’ ın; ” Kim Allah’ın indirdiÄŸi hükümleri bilebile red ve inkâr ederse kâfir olur.” Åžeklinde yorumladığını beyan etmektedir.
İmandaki doÄŸrulama gibi, küfürde de yalanlama; kalben, sözle veya fiilen olur. Kalben yalanlama, nasıl küfür ise zorunluluk yokken sözle yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözle yalanlama, daha kötü bir düşmanlığı açığa vurma olur. Bunun gibi fiili yalanlama da böyledir. İman edilmesi gereken mukaddesleri fiilen hakir görme, alay etme ve hafife alma, iptal etmeye çalışmak küfrün en kötüsü olduÄŸunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre denip de, sözle veya fiilen açığa vurulup ilân olunan küfür denmemesi nasıl mümkün olur. Ancak sözle veya fiilen açığa vurma ( kalbi imanla tatmin olmuÅŸ olduÄŸu halde baskı altında olduÄŸu hariç) ÅŸer’i istisnası gereÄŸince mecburi bir zorlamaya dayalı olursa bu sorumluluÄŸu gerektirmez.
Kur’ân, kâfirlere bir çok âyette iÅŸaret etmekte, kendilerini belirleyen temel kimliklerle nitelemektedir. Kur’ân’ ın onlar için belirlediÄŸi sûret ÅŸudur: Tevhîde, resullere ve semavî kitaplara, âhiret gününe, diriliÅŸe, hesaba, cennet ve cehenneme inanmaz; fayda ve zarar vermeyen, iÅŸitemez, konuÅŸamaz ve akledemez olan putlara ibadet eden babalarının davranışlarını taklit ederler. Düşünceleri donmuÅŸ, İslam’ın çağırdığı tevhid gerçeÄŸine idrâk etmekten yoksun kiÅŸiler olduklarından dolayı Kur’ân, ÅŸu ifadeyle kendilerini tanıtmaktadır: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiÅŸtir, gözlerine de perde inmiÅŸtir…”
Ayrıca küfür, sadece diÄŸer menfi vasıfların çevresinde dolaÅŸtıkları destek noktasını teÅŸkil etmekle kalmayıp, Kur’ânî ahlâk sisteminin tümü içinde öyle önemli bir yer iÅŸgal etmektedir ki, bu kelimenin anlamsal yapısının nice olduÄŸunun berrak bir biçimde anlaşılması, olumlu niteliklerin ekserisinin layıkınca deÄŸerlendirilmesinde adeta ön bir ÅŸarttır.
İnsan, yaÅŸamının her anında kendisine göstermekte olduÄŸu iyilik karşılığında, Allah’a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiÅŸtir. Kâfir, bu suretle Allah’ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiç bir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta Banî’ine karşı isyankâr davranan kiÅŸidir. Allah’ın hayır ve keremine karşı takınılan bu temel nankörcedavranış en bariz ve etkin biçimde tekzibde yani Allah’ a, elçisine ve elçinin getirdiÄŸi ilahî habere iftirada kendinî göstermektedir.
İnsanın yaratıcıyı reddi olarak küfür, en tipik biçimde çeÅŸitli küstahça, hoyratça ve düşüncesizce eylemlerde kendisini belli eder. “Kibirli ÅŸiÅŸinmek” demek olan istikbar ve ÅŸahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan istiÄŸnâ gibi benzer fikirleri temsil eden basit bir çok sözcük mevcuttur. Bu bakımdan küfür, tadarrunun, ( alçak gönüllülüğün) tam karşıtını oluÅŸturmakta ve İslam’ın genel din anlayışını hakikaten merkezî öğesi olan “Allah korkusu” takvâ fikriyle doÄŸrudan çakışmaktadır.
Özetle iman, tevhid üslubuyla bir inançlar topluluğuna tam bir boyun eğiş ve tabi oluştur. Küfür de onlardan birinin bile bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak ta küfürdür. İman tümel bir kabûldür. Küfür ise, onun bozucusu olduğundan küçücük bir olumsuzlama ile ve inkârla gerçekleşir. Tümel bir olumsuzlamaya bağlı olmaz. İman ile küfür sadece zıt değil, birbirleriyle çelişiktirler. Ne bir araya gelirler, nede arada vasıta vardır.
1.4.5. İsyan ve Günahlar
Müfessirler; günah ve isyanı, kalbî ve manevî hastalıklar olarak deÄŸerlendirerek Kur’ân’ın bu tür ahlâkî ve sosyal ruh hastalıklarına karşı “ÅŸifa ve rahmetin ta kendisi” olduÄŸunu ifade etmiÅŸlerdir. Bunun için de (Kur’an) “…müminlere bir ÅŸifa ve rahmettir… ” âyetinde, Peygamber bir doktora Kur’ân ise ÅŸifa veren ve devaya yeterli bir gıdaya benzetiliyor demiÅŸlerdir.
İsyan, itâatin dışına çıkma, emre karşı gelme, baÅŸkaldırı, Allah’ın kanunları çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınma hali gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Günah ise, Farsça bir kelime olup lûgatlarda; ” Allah’ın emirlerine aykırı olarak görülen iÅŸ, davranış, dinî suç” gibi anlamlarıifade eder. Günah ve isyan Kur’ân terminolojisinde ism, lemen, seyyie, zenb, kebire ve cürm kavramlarıyla ifade edilmiÅŸtir.
Izutsu’ya göre günah terimi, ism ile anlamdaÅŸtırlar ve en fazla, Kitab’ın yasayıcı bölümlerinde kullanılmaktadır. Anlamları, iÅŸleyene ceza gerektirecek bir günah ve cürüm gibi gözükmektedir.
Günahlar hakkında İslam bilginlerinin farklı tasnif ve deÄŸerlendirmeleri olmuÅŸtur. “EÄŸer yasak ettiÄŸimiz büyük (günahlardan) kaçınırsanız sizin (diÄŸer) kabahatlerinizi örteriz” âyetinde büyük günahlar “kebâir,” kabahatler de “seyyie” olarak açıklanmıştır.
Elmalılı Yazır, “Günahın açık olanını da, gizlisini terk edin” âyetini tefsir ederken ÅŸunları kaydetmiÅŸtir. “Günahın açık olanı da, gizli olanı da tabiri ilk anda iki anlamı ihtiva eder. Birisi açıktan açığa alenen yapılan kötü fiil, diÄŸeri de gizli de yapılsa kötülüğü, kötü olduÄŸu açık ve kesin olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeÅŸit demektir ki birisi gizli yapılan kötü fiil, diÄŸeri de, açıktan da yapılsa kötülüğü gizli yani baÅŸlangıçta fenalığı açıktan açığa anlaşılmayan, sonradan meydana çıkan ve dolaysıyla ilk anda günahının anlaşılması bir delil ve habere baÄŸlı olan kötü fiildir. Bundan baÅŸka bir fiil, ya zina, hırsızlık v.s. gibi azalarla yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sadece kalp ile yapılır. Günahın açık ve gizli olması ifadesi bu farkı içine alırsa da bu öncekilerin muhtevasına girmektedir.”
Özetle, isyan ve günahlar, insanın kalbî ve ruhî hayatı açısından en tehlikeli manevî hastalıklardandır. Bunun yanı sıra isyan ve günahlar, kul ile Allah arasındaki manevî irtibatı kestiğinden insandaki bir çok latife ve duyguları ya köreltir ya da bir daha dirilmemek üzere öldürür.
1.4.6. Nifâk ve Münâfıklık
Manevî hastalıklar arasında önemli bir yere sahip olan ve İslam’ın manevî hayatının sıhhatini zedeleyen bu kavramlar hakkında Ku’ân’ ı Kerim oldukça geniÅŸ ve ayrıntılı bilgi sunmuÅŸtur.
Nifak kelimesi, “Ne-fa-ka” fiil kökünden gelir. Bu fiil çeÅŸitli anlamlarda kullanılmıştır. İslam’a bir taraftan girip diÄŸer taraftan çıkmaÄŸa denilmektedir. Bu kelime, “nafikâu’l yerbû” (ova sıçanın deliÄŸi) tabirinden alınmıştır. Yer altında bulunan ve bir ucundan girilip, diÄŸer ucundan çıkılan iÅŸlek yol (tünel) manasında kullanılmaktadır. Böyle bir tünelin sahibi, onun içerisinde nasıl gizlenirse, münâfık da İslam’ın perdesi altında öylece gizlenir. İslami ıstılahta ise, dili ile imanı izhar eden, buna mukabil kalbinde küfrü sabit olan kimseye münâfık denilmektedir.
Münâfıklar, dışı Müslüman içi kâfir olan iki yüzlü şaşkınlardır ki piyasaya göre şekil alırlar. Her münâfık riyakârdır. Fakat her riyakârın münâfık olması gerekmez. Riya imana zıt olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise inancın zıddına imanda riyakârlıktır. Bununla beraber sırf ameli olan nifâk ta vardır. Bu yönüyle nifâk ile riya birbirine yakındırlar.
Kur’ân’da münâfıkların, ÅŸahıs olarak isimlerinin geçmediÄŸini görmekteyiz. Kur’ân’ ın bu mevzuda, insanın psikolojik tabiatını göz önüne aldığını söyleyebiliriz. EÄŸer ismen ÅŸahıslar zikredilseydi, ismi zikredilen ÅŸahısların İslam’a girmeleri mümkün olmazdı. Çünkü egonun tahrik edildiÄŸinde, karşı tarafın hakkı savunduÄŸuna inanılsa bile, inad ile mukâbele edilmesi bir fıtrat kanunudur.
Münâfıkların en büyük hassasiyetleri, menfaâtlerine ve zevklerine düşkünlükleridir. Bu durum, onları iki yüzlülüğe ve yalana itmektedir. Nitekim Kur’ân, münâfıkların bu hususiyetlerinden bahsederken cimriliÄŸin en katmerlisi olan ve pintilik anlamına gelen, aynı zamanda ruhsal bir hastalık göstergesi olmak üzere sıfat-ı müşebbehe formuyla “eÅŸihhe” ifadesini kullanır: “Sizlere karşı gayet cimridirler …” , ” Çünkü onlarkötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Onlar ellerini sıkı sıkı tutarlar.” “Onlar, “Allah’ ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir ÅŸey harcamayın ki dağılıp gitsinler ” diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazinleri Allah’ ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.”
Kur’ân, münâfıkların menfaate olan düşkünlüklerini gizleseler de, bu husustaki aşırı hırslarının kendilerini ele verdiÄŸini ifade etmektedir: “İçlerinden sadakalar(ın taksimi) hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü eÄŸer içlerinden kendilerine (diledikleri bir ÅŸey) verilirse hoÅŸlanırlar. Åžayet yine kendilerinden olanlara (diledikleri ÅŸey) verilmezse derhal kızarlar.”
Ayrıca Kur’ân, münâfıkların korkak bir ruh haletine sahip oldukların deÄŸinir. Nefsi veya komitesiyle tasarladığı oyun ve planları açığa çıkar diye korkak ve ürkek davranırlar. ” münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin mü’minlere indirilmesinden (daima) çekinirler…” Çünkü her duydukları kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanarak korkarlar. Lehlerine söyleneni bile aleyhlerine sanarak ürker, kaçınmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Onlara hemen hemen pöh denilse korkacak durumdadırlar. Her ÅŸeyden nem kapar her sesten ürkerler.
Ayrıca yeryüzündeki fesadın kaynağı olmakla birlikte fesatçılıklarını, ıslahatçılık olarak görecek kadar cemiyetteki muvazeneyi bilmez birileri oldukları da vurgulanmaktadır: ” Onlara; yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiÄŸi zaman biz ancak ıslah edicileriz derler.”
Nifak, kalp mühürlemesine sebebiyet vermektedir. “Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiÅŸtir. Artık onlar hiç anlamazlar.”
Kur’ân’da anlatılan nifâkla ilgili tüm bu özelikler, insanın bireysel ve sosyal hayatını ne kadar derinden sarstığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca
Kur’ân’ ın, dünya ve âhiret hayatı açısından nifâkın en tehlikeli manevî bir hastalık olduÄŸuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.