Arapça bir isim olan “yâkût”un cem’i “yevâkit”98; Farsçası “bâkîde”, “bâkend”, “pakend”dir99. Yakut, uçuk pembeden koyu kırmızıya kadar deÄŸiÅŸik renklere sahiptir ve nadir bulunan saydam bir taÅŸtır. Mora yakın, güvercin kanı rengindeki yakut oldukça deÄŸerlidir. Beyaz, sarı, mavi renkli olanı da vardır. Bu taÅŸ sertlikte elmastan sonra gelir. AteÅŸe dayanıklı yapıdadır, erimez. TaÅŸlar arasında en ağırı yakuttur100.
Onay, yakut, akîk, la’l gibi taÅŸların renklerini güneÅŸten aldığına dikkat çeker101. Renk ve teÅŸbîhi kullanımlarda la’l taşına benzer.
Edebiyatımızda “yâkût-i âdî (zımpara taşı), yâkût-i ahmer (kırmızı yakut. mec. ÅŸarap), yâkût-i asfer102 (sarı yakut, az deÄŸerlidir), yâkût-i cigerî (kırmızılığı siyaha çalan bir çeÅŸit yakut), yâkût-i gürgânî (Esterâbâd vilâyetinin merkezi olan “Gürgân ” ÅŸehrinde mâdeni bulunan deÄŸerli bir taÅŸ), yâkût-i hâm (iÅŸlenmemiÅŸ yakut mec. güzelin dudağı), yâkût-ı kebûd (mâvi yakut, gök yakut), yâkût-ı lâcverdi (mâvi yakut, gök yakut), yâkût-i revân (akan yakut mec. gözyaşı, kırmızı ÅŸarap), yâkût-i müzâb (erimiÅŸ yakut mec. gözyaşı, kırmızı ÅŸarap, kan), yâkût-i rümmânî (nar tânesi gibi yakut, en deÄŸerli olanıdır), yâkût-i ser-beste (güzelin aÄŸzı, kapalı dudağı), yâkût-i zerd (sarı yakut mec. güneÅŸ)” ÅŸeklinde kullanımları vardır.
DevellioÄŸlu, age, s. 1155. DevellioÄŸlu, age, s. 68, 852. 5 Onay, age, s. 407. 1 Onay, age, s. 258-259.
” DevellioÄŸlu, sarı yakutun az deÄŸerli olduÄŸunu söylerken, Åžirvânî bunun aksi görüşdedir (DevellioÄŸlu, 2006: 1155; Åžirvânî, 1999: 102-121). DevellioÄŸlu, age, s. 1155, 1156.
Ayrıca “âb-ı yâkût (yakut gibi su, kırmızı ÅŸarap), bâkîde (kırmızı, sarı, eflatun renklerinde yakut), beçe-i tâvus-ı ulvî (yakut), bedahÅŸ (bedahÅŸan yakutu), behrâmen (bir nevî kırmızı yakut), bezâdî (gökçil, mâvimsi bir nevî deÄŸerli taÅŸ, küçük yakut), bîcâde-i müzâb (erimiÅŸ yakut, kırmızı ÅŸarap), ferzend-i âftâb, ferzend-i hâver (yakut), kibrît (kırmızı yakut), lâ’l-i Bedahşân (BedahÅŸan yakutu), lâ’l-i yakut (kıymetli bir taÅŸ), lâ’l-
istan (yakutu çok olan ülke), lâ’l-veÅŸ (yakut gibi), pakend (yakut), safîr (gök yakut), ÅŸeb-çirâğ (gece parlayan yakut)”104 gibi kelime ve tamlamalar da yakutla ilgidir:
Yem-i lü’lü-yı dâniÅŸ ma’den-i yâkûte-i bîniÅŸ
Kerûbî-âferiniş pür-hüner zât-ı melek-sîmâ (Sâbit/Karacan, 1991: 275)
Nazm-ı rengînimi kim yazsa midâd-ı siyehin
Gösterir aks-i safâ-güsteri yâkût-ı müzâb (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 153)
Klasik Türk Edebiyatı’nda kırmızı renginden dolayı aşığın aÄŸlamaktan kızarmış gözüne, kanlı gözyaşına, sevgilinin içinde inci sakladığı aÄŸzına ve dudağına, ÅŸaraba, güneÅŸe benzetilir.
Dudak-yakut münasebeti beyitlere şu şekilde yansımıştır: Eylerse hâst-kâr-ı lebün secde-i niyâz
Etmek gerek çekîde-i yâkûttan vuzû (Nâbî/Diriöz, 1994: 622) Mey-i Kevserle pür bir kâse-i yâkûtdur la’lin
Hitâm-ı misk ile mahmûrlar memhûr bulmuşlar (Sâbit/Karacan, 1991: 407) Eyledi hurşîdi o yâkût-leb
Hacletî-i nükte-i rengînimiz (Nâilî/İpekten, 1990: 215) Açılsa kaçan hokka-i yâkût dehânı
Sükker saçar etrâfına tahrîk-i zebânı (Râmî/Hamami, 2001: 591) Ol dehen mi sâkîyâ yâkût-ı rümmânî kadeh
Hokka-ı mercân mıdır ya gevher-i cânı kadeh (Nehcî/Koç, 2003: 153) Alur tûtî-i cân konan leb-i şeker-şiken fârig
Bulur sarrâf-ı yâkûtın ol dürc-i dehen fârig (Nehcî/Koç, 2003: 222) Dürr ü yâkût-ı dehânun seveli dilber senün
Gelmez oldı dile hergiz la’l ü mercânile bahs (Niyâzî-i Mısrî/ErdoÄŸan, 1998: 32) Rûh vermiÅŸ iki yâkûta hakîm-i muktedir
Hüsnün içre vazc idüp la’1-i suhan-gûdur demiÅŸ (Fehîm/Üzgör, 1991: 494) Åžu’le-i yâkût ya ‘aks-i leb-i la’lidür
DevellioÄŸlu, age, s. 2, 68, 75, 76, 80, 97, 99, 261, 541, 542, 852, 909, 981.
47
Zâhir olan her habâb çeşme-i billûrdan (Fehîm/Üzgör, 1991: 610)
Bir başka ilişki yakut ve hat, yani sevgilinin ayva tüyleri arasında kurulmuştur. Ayva tüyleri dudağı (yakut) çember içine alan mühür ya da yüzük olur105:
Câna hat-ı yâkûtı yazan ol dehen üzre
Bir nokta komış sürhle gûyâ zekan üzre (Yahyâ/Ertem, 1995: 178) Nazar kıl hatt-ı mûyın hâme-i mihr-i leb-i yâre
Hemân nakÅŸ-ı hat-ı yâkûtdur la’lin-nigîn üzre (Sükkerî/Erol, 1994: 225)
Sevgilinin yüzü, yanakları, yakut gibi al aldır: Görüp letâfet-i aksin sanır kızıl yâkût
Bakan tabakçe-i la’lin-i gülde jalelere (Nâilî/İpekten, 1990: 302) Yeksan gören âyîne-i ruhsârını mehle
Yâkûtu beraber mi tutar seng-i siyehle (Nâilî/İpekten, 1990: 310)
Sevgilinin dişlerinin güzelliği, parlaklığı ve değeri, yakut ve elmas madeninin değerini azaltır:
Şu dürler kim çeker silk-i beyâna hâmen ey Nehcî
Revâc-ı kıymet-i elmâs u yâkûtı şikest eyler (Nehcî/Koç, 2003: 183)
Aşığın gözyaşları çok ağlamaktan yakuta; gözleri ise yakut madenine dönüşür:
Mihrinden alıp Nâ’ilîyâ dîdelerim feyz
Yâkûta döner her biri hûn-ı ciÄŸerimden (Nâilî/İpekten, 1990: 263) Gûyâ ki olur dîdelerim ma’den-i yâkût
Her gâh ki yâd-ı leb-i cânân ederim ben (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 326) Alsa sûdâ-ger-i bâzâr-ı belâ gezdürse
Oldı yâkût-ı sirişküm yine kândan hâric (Râmî/Hamami, 2001: 341)
Bakmaz oldı hûblar yâkût-ı kân-ı çeşmüme
Çok gelen kâlâda olur Hâletî âhir kesâd (Hâletî/Kaya, 2003: 147)
Dürc-i çeÅŸmümde olan yâkûtı ‘arı itdükde ben
Pala, age, s. 196-197.
Hokka-i la’lindeki lü’lüleri gösterdi yâr (Hâletî/Kaya, 2003: 155)
Yegâne dürretü’t-tâc iken oldum zînet-i halhal
Nice yâkût-veş sürh olmasun eşküm hacâletden (Fehîm/Üzgör, 1991: 188)
Arûs-ı mâtemine dîdeden nisâr edelim
Dizip tabakçe-i yâkûta la’l ü mürvârid (Nâilî/İpekten, 1990: 45)
Aşığın gönlünde yakuta benzer, göz göz yaralar oluşmuştur: Bî-penbe nümâyân idelüm dâg-ı derûnı
Ol kıt’a-i yâkût-ı semen-pûş görinsün (Mezâkî/Mermer, 1991: 485) Sâf eyledi gam âteÅŸi yâkût-ı vücûdum
Bu cevher ile dâğ-ı dil-i mihr-i münîrim (Nâilî/İpekten, 1990: 135)
Kırmızı renkli şarap, yakut gibi kırmızı ve değerlidir: Merhabâ ey câm-ı mînâ-yı mey-i yâkût-reng
Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direng (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 261) Yah-beste mey ki pâre-i yâkût-i sürh idi
Te’sîr-i cemreden yine la’l-i müzâb olur (Sâbit/Karacan, 1991: 204) DeÄŸiÅŸmem ahker-i tâbendesiyle mankal-ı bezmi
Fürûzân olsa bin yâkût-ı ahmer efser-i zerde (Sâbit/Karacan, 1991: 504) Reng-i yâkût-ı pesendân-ı şarâb-ı gül-gûn
Dürr ü gevher yerine la’l-i müzâb isterler (Mezâkî/Mermer, 1991: 344) Meyhane cur’alarla Bedehşân u her humu
Yâkût-ı nâb u la’l-i müzâb ile kanlanır (Nâilî/İpekten, 1990: 174) Miyân-ı bezme ki olmuÅŸ mey ü arak rizân
Hazînedir dür ü yâkûtu ceste ceste yatır (Nâilî/İpekten, 1990: 198)
Aşkına rindân için meclisde geh mey geh arak
Bezme sakiler nisâr-ı dürr ü yâkût eylesin (Nâilî/İpekten, 1990: 278)
Sun o sahbâdan ki sâkî ma’den-i yâkût olup
Gevher-i zibende-i gencinedür her cur’ası (Neşâtî/Kaplan, 1996: 160)
Hâtem-i ikbâl-i Cem buldı nigînin dir gören
Sâgara leb-rîz olunca konsa yâkût-ı müzâb (Hâletî/Kaya, 2003: 132) Her habâb-ı câm-ı mey bir câmdur yâkûtdan
Bezm-i Cem encâmına irdükde olmış ser-nigûn (Hâletî/Kaya, 2003: 254)
DeÄŸiÅŸmem la’l-i nâba katresin sahbâ-yı höş-rengin
Bu âb u tâb ile yâkût-ı rümmânîden iydir bu (Vecdî/Onay, 2007: 407)
Cevher ve inci bahsinde değinildiği gibi değerli taşların bazılarıyla güneşin sıkça kullanıldığı görülür. Bu ilişki taşın parlaklığı ve renginden kaynaklanır. Ayrıca güneşin bu taşların rengini oluşturması da etkin rol oynar:
Yâkût-ı âfıtâba verir reng-i rûyu şerm
Aks-i fürûg-ı gevher-i pâk-i necâbetin (Nâilî/İpekten, 1990: 116) Yâkût-ı âfitâb ise de lütfün ey felek
Gûş-ı arûs-ı raÄŸbete mengûş eder miyiz (Nâilî/İpekten, 1990: 218) Nat’-ı gerdûnı pür itdi rîze-i yâkût-ı mihr
Çerhe çok tutmış anı hakkâk-i çerh-i bed-güher (Hâletî/Kaya, 2003: 79) Yâkût-ı âfitâb ile hem-mâyedür gönül
Ey âteş-i derûn idemezsin zarar bana (Fehîm/Üzgör, 1991: 314) Ferîd-i dehr ki yâkût-ı zerdi hurşidün
Benân-ı kadrine şâyeste gevher-i hatem (Neşâtî/Kaplan, 1996: 68)
Yakut, küpe, yüzük, gerdanlık, toka, hokka, broş gibi eşyaları da süsler:
Fass-ı mey-gûnı ki yâkût-ı müdevverdendür
Getirür âdeme gül-nâr-ı cihândan peygâm (Sâbit/Karacan, 1991: 294)
Ol kadar kan dökdü şemşîrin ki aksile anın
Kâse-i yâkûta döndü künbed-i nîlûferî (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 91)
Taklîd edemez etse kalır şerm ile mebhût
Elmâsdan olursa eÄŸer hâme-i yâkût (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 264)
Engüşt-i temennâ-yı kadeh-gîrine saki
Yâkûtu girân-kadr-ı behâ hâteme vermez (Nâilî/İpekten, 1990: 228) Câm-ı meyden dil gınâ-yı kalb tahsîl eyledi
Girdi gûyâ kim eline hâtem-i yâkût-ı Cem (Hâletî/Kaya, 2003: 241)
Klasik Türk Åžiiri’nde Kâmî’nin birkaç beyitinde “tamla yâküt”106 (damla yakut) adında deÄŸerli bir yakut çeÅŸidine rastlanır. Bu yakut ÅŸaraba ve kanlı gözyaşına benzetilir. Ayrıca beyitlerde ÅŸairin ÅŸiiri ve narçiçeÄŸi damla yakut gibi deÄŸer kazanır:
Söyledükçe reÅŸha-rîz olsa n’ola la’l-i lebün
Tamla yâkût oldı güftâr-ı dürer-bârun senün (Kâmî CD)
Oldıysa n’ola teÅŸne teri tamla-i yâkût
La’lünle anun gevheri bir suda degüldür (Kâmî CD)
Âzmî-zâde Hâletî’nin bir beyitinde de “gök yâküt” denilen yakut cinsiyle karşılaÅŸmaktayız:
Zahm-ı dendânıyla hayfâ düşmen-i bed-gevherün
Döndi gök yâkûta ÅŸimdi la’l-i nâbı dil-berün (Hâletî/Kaya, 2003: 214)
Akîk taşının yakut yerine kullanıldığı beyitler de vardır. Fakat taranan divanlarda 17.
107
yüzyıla ait böyle bir kullanıma rastlanmamıştır .
Yakutun Hindistan’da çıkarılması ilginç bir benzetmeyi ortaya koymuÅŸtur. Siyahî bir ırk olan Hintliler, dudak üzerine dökülen zülüfe, yakut ise sevgilinin nar gibi kırmızı dudağına iÅŸaret eder. Böylece yakutla oynayan bir Hintli tablosu zihinde canlanır108. Eski ÅŸiirde adı sıkça geçen gül de kimi zaman renk ve ÅŸekil bakımından yakut bir köşkü andırır109.
Hicrî yedinci asırdan beri Harem ağalarına, yakut, mercân, gevher gibi değerli taş isimleriyle hitap edilirmiş110.
‘ Bu yakut cinsine, Sâmî ve HaÅŸmet’in beyitlerinde de rastlanır (Kutlar, 2005: 17-18).
Åžair Resîm’in “Åžarâb-ı kâm ile ser-germ-i neşât olmazsak / Akîk-i sabr ile def’-i harâret eyleyelim” (Onay,2007: 407) beyitinde akikin yakut yerine kullanıldığı ve harareti giderdiÄŸi görülür. 1 Pala, age, s. 209. 1 Pala, age, s. 171-172.
Onay, age, s. 182.
Onay, age, s. 407-408.
Eskiden hükümdarlar esâret ve felâket anlarında yüzük kaÅŸlarında sakladıkları zehirle intihar ederlermiÅŸ. Bu zehrin miktarı “delikli yakutun içinde bulunan hardal danesi” kadarmış111.
Dinî açıdan bakıldığında inci, yakut, elmas, zümrüt gibi ateşte erimeyen, altın ve gümüş gibi kâr getirmeyen değerli taşların zekâtları da verilmez112:
Ben fakîr-i müstehakka büse-i la’l-i lebin
Vermedi ol hâce-i hüsn-i bahâ hergiz zekât (Remzî/Güven, 2005: 42)
Yakut, tarihte pek çok sultanın kılıcını, silahını süslemiş ve bu özelliğiyle beyitlere konu olmuştur:
Kabza-i tîgundaki hâssiyet-i yâkût-ı surh
Kâfiri çalmaksızın süzân ider ahker gibi (Sâbit/Karacan, 1991: 294)
Arapça bir isim olan “yâkût”un cem’i “yevâkit”98; Farsçası “bâkîde”, “bâkend”, “pakend”dir99. Yakut, uçuk pembeden koyu kırmızıya kadar deÄŸiÅŸik renklere sahiptir ve nadir bulunan saydam bir taÅŸtır. Mora yakın, güvercin kanı rengindeki yakut oldukça deÄŸerlidir. Beyaz, sarı, mavi renkli olanı da vardır. Bu taÅŸ sertlikte elmastan sonra gelir. AteÅŸe dayanıklı yapıdadır, erimez. TaÅŸlar arasında en ağırı yakuttur100.
Onay, yakut, akîk, la’l gibi taÅŸların renklerini güneÅŸten aldığına dikkat çeker101. Renk ve teÅŸbîhi kullanımlarda la’l taşına benzer.
Edebiyatımızda “yâkût-i âdî (zımpara taşı), yâkût-i ahmer (kırmızı yakut. mec. ÅŸarap), yâkût-i asfer102 (sarı yakut, az deÄŸerlidir), yâkût-i cigerî (kırmızılığı siyaha çalan bir çeÅŸit yakut), yâkût-i gürgânî (Esterâbâd vilâyetinin merkezi olan “Gürgân ” ÅŸehrinde mâdeni bulunan deÄŸerli bir taÅŸ), yâkût-i hâm (iÅŸlenmemiÅŸ yakut mec. güzelin dudağı), yâkût-ı kebûd (mâvi yakut, gök yakut), yâkût-ı lâcverdi (mâvi yakut, gök yakut), yâkût-i revân (akan yakut mec. gözyaşı, kırmızı ÅŸarap), yâkût-i müzâb (erimiÅŸ yakut mec. gözyaşı, kırmızı ÅŸarap, kan), yâkût-i rümmânî (nar tânesi gibi yakut, en deÄŸerli olanıdır), yâkût-i ser-beste (güzelin aÄŸzı, kapalı dudağı), yâkût-i zerd (sarı yakut mec. güneÅŸ)” ÅŸeklinde kullanımları vardır.
DevellioÄŸlu, age, s. 1155. DevellioÄŸlu, age, s. 68, 852. 5 Onay, age, s. 407. 1 Onay, age, s. 258-259.
” DevellioÄŸlu, sarı yakutun az deÄŸerli olduÄŸunu söylerken, Åžirvânî bunun aksi görüşdedir (DevellioÄŸlu, 2006: 1155; Åžirvânî, 1999: 102-121). DevellioÄŸlu, age, s. 1155, 1156.
Ayrıca “âb-ı yâkût (yakut gibi su, kırmızı ÅŸarap), bâkîde (kırmızı, sarı, eflatun renklerinde yakut), beçe-i tâvus-ı ulvî (yakut), bedahÅŸ (bedahÅŸan yakutu), behrâmen (bir nevî kırmızı yakut), bezâdî (gökçil, mâvimsi bir nevî deÄŸerli taÅŸ, küçük yakut), bîcâde-i müzâb (erimiÅŸ yakut, kırmızı ÅŸarap), ferzend-i âftâb, ferzend-i hâver (yakut), kibrît (kırmızı yakut), lâ’l-i Bedahşân (BedahÅŸan yakutu), lâ’l-i yakut (kıymetli bir taÅŸ), lâ’l-
istan (yakutu çok olan ülke), lâ’l-veÅŸ (yakut gibi), pakend (yakut), safîr (gök yakut), ÅŸeb-çirâğ (gece parlayan yakut)”104 gibi kelime ve tamlamalar da yakutla ilgidir:
Yem-i lü’lü-yı dâniÅŸ ma’den-i yâkûte-i bîniÅŸ
Kerûbî-âferiniş pür-hüner zât-ı melek-sîmâ (Sâbit/Karacan, 1991: 275)
Nazm-ı rengînimi kim yazsa midâd-ı siyehin
Gösterir aks-i safâ-güsteri yâkût-ı müzâb (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 153)
Klasik Türk Edebiyatı’nda kırmızı renginden dolayı aşığın aÄŸlamaktan kızarmış gözüne, kanlı gözyaşına, sevgilinin içinde inci sakladığı aÄŸzına ve dudağına, ÅŸaraba, güneÅŸe benzetilir.
Dudak-yakut münasebeti beyitlere şu şekilde yansımıştır: Eylerse hâst-kâr-ı lebün secde-i niyâz
Etmek gerek çekîde-i yâkûttan vuzû (Nâbî/Diriöz, 1994: 622) Mey-i Kevserle pür bir kâse-i yâkûtdur la’lin
Hitâm-ı misk ile mahmûrlar memhûr bulmuşlar (Sâbit/Karacan, 1991: 407) Eyledi hurşîdi o yâkût-leb
Hacletî-i nükte-i rengînimiz (Nâilî/İpekten, 1990: 215) Açılsa kaçan hokka-i yâkût dehânı
Sükker saçar etrâfına tahrîk-i zebânı (Râmî/Hamami, 2001: 591) Ol dehen mi sâkîyâ yâkût-ı rümmânî kadeh
Hokka-ı mercân mıdır ya gevher-i cânı kadeh (Nehcî/Koç, 2003: 153) Alur tûtî-i cân konan leb-i şeker-şiken fârig
Bulur sarrâf-ı yâkûtın ol dürc-i dehen fârig (Nehcî/Koç, 2003: 222) Dürr ü yâkût-ı dehânun seveli dilber senün
Gelmez oldı dile hergiz la’l ü mercânile bahs (Niyâzî-i Mısrî/ErdoÄŸan, 1998: 32) Rûh vermiÅŸ iki yâkûta hakîm-i muktedir
Hüsnün içre vazc idüp la’1-i suhan-gûdur demiÅŸ (Fehîm/Üzgör, 1991: 494) Åžu’le-i yâkût ya ‘aks-i leb-i la’lidür
DevellioÄŸlu, age, s. 2, 68, 75, 76, 80, 97, 99, 261, 541, 542, 852, 909, 981.
47
Zâhir olan her habâb çeşme-i billûrdan (Fehîm/Üzgör, 1991: 610)
Bir başka ilişki yakut ve hat, yani sevgilinin ayva tüyleri arasında kurulmuştur. Ayva tüyleri dudağı (yakut) çember içine alan mühür ya da yüzük olur105:
Câna hat-ı yâkûtı yazan ol dehen üzre
Bir nokta komış sürhle gûyâ zekan üzre (Yahyâ/Ertem, 1995: 178) Nazar kıl hatt-ı mûyın hâme-i mihr-i leb-i yâre
Hemân nakÅŸ-ı hat-ı yâkûtdur la’lin-nigîn üzre (Sükkerî/Erol, 1994: 225)
Sevgilinin yüzü, yanakları, yakut gibi al aldır: Görüp letâfet-i aksin sanır kızıl yâkût
Bakan tabakçe-i la’lin-i gülde jalelere (Nâilî/İpekten, 1990: 302) Yeksan gören âyîne-i ruhsârını mehle
Yâkûtu beraber mi tutar seng-i siyehle (Nâilî/İpekten, 1990: 310)
Sevgilinin dişlerinin güzelliği, parlaklığı ve değeri, yakut ve elmas madeninin değerini azaltır:
Şu dürler kim çeker silk-i beyâna hâmen ey Nehcî
Revâc-ı kıymet-i elmâs u yâkûtı şikest eyler (Nehcî/Koç, 2003: 183)
Aşığın gözyaşları çok ağlamaktan yakuta; gözleri ise yakut madenine dönüşür:
Mihrinden alıp Nâ’ilîyâ dîdelerim feyz
Yâkûta döner her biri hûn-ı ciÄŸerimden (Nâilî/İpekten, 1990: 263) Gûyâ ki olur dîdelerim ma’den-i yâkût
Her gâh ki yâd-ı leb-i cânân ederim ben (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 326) Alsa sûdâ-ger-i bâzâr-ı belâ gezdürse
Oldı yâkût-ı sirişküm yine kândan hâric (Râmî/Hamami, 2001: 341)
Bakmaz oldı hûblar yâkût-ı kân-ı çeşmüme
Çok gelen kâlâda olur Hâletî âhir kesâd (Hâletî/Kaya, 2003: 147)
Dürc-i çeÅŸmümde olan yâkûtı ‘arı itdükde ben
Pala, age, s. 196-197.
Hokka-i la’lindeki lü’lüleri gösterdi yâr (Hâletî/Kaya, 2003: 155)
Yegâne dürretü’t-tâc iken oldum zînet-i halhal
Nice yâkût-veş sürh olmasun eşküm hacâletden (Fehîm/Üzgör, 1991: 188)
Arûs-ı mâtemine dîdeden nisâr edelim
Dizip tabakçe-i yâkûta la’l ü mürvârid (Nâilî/İpekten, 1990: 45)
Aşığın gönlünde yakuta benzer, göz göz yaralar oluşmuştur: Bî-penbe nümâyân idelüm dâg-ı derûnı
Ol kıt’a-i yâkût-ı semen-pûş görinsün (Mezâkî/Mermer, 1991: 485) Sâf eyledi gam âteÅŸi yâkût-ı vücûdum
Bu cevher ile dâğ-ı dil-i mihr-i münîrim (Nâilî/İpekten, 1990: 135)
Kırmızı renkli şarap, yakut gibi kırmızı ve değerlidir: Merhabâ ey câm-ı mînâ-yı mey-i yâkût-reng
Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direng (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 261) Yah-beste mey ki pâre-i yâkût-i sürh idi
Te’sîr-i cemreden yine la’l-i müzâb olur (Sâbit/Karacan, 1991: 204) DeÄŸiÅŸmem ahker-i tâbendesiyle mankal-ı bezmi
Fürûzân olsa bin yâkût-ı ahmer efser-i zerde (Sâbit/Karacan, 1991: 504) Reng-i yâkût-ı pesendân-ı şarâb-ı gül-gûn
Dürr ü gevher yerine la’l-i müzâb isterler (Mezâkî/Mermer, 1991: 344) Meyhane cur’alarla Bedehşân u her humu
Yâkût-ı nâb u la’l-i müzâb ile kanlanır (Nâilî/İpekten, 1990: 174) Miyân-ı bezme ki olmuÅŸ mey ü arak rizân
Hazînedir dür ü yâkûtu ceste ceste yatır (Nâilî/İpekten, 1990: 198)
Aşkına rindân için meclisde geh mey geh arak
Bezme sakiler nisâr-ı dürr ü yâkût eylesin (Nâilî/İpekten, 1990: 278)
Sun o sahbâdan ki sâkî ma’den-i yâkût olup
Gevher-i zibende-i gencinedür her cur’ası (Neşâtî/Kaplan, 1996: 160)
Hâtem-i ikbâl-i Cem buldı nigînin dir gören
Sâgara leb-rîz olunca konsa yâkût-ı müzâb (Hâletî/Kaya, 2003: 132) Her habâb-ı câm-ı mey bir câmdur yâkûtdan
Bezm-i Cem encâmına irdükde olmış ser-nigûn (Hâletî/Kaya, 2003: 254)
DeÄŸiÅŸmem la’l-i nâba katresin sahbâ-yı höş-rengin
Bu âb u tâb ile yâkût-ı rümmânîden iydir bu (Vecdî/Onay, 2007: 407)
Cevher ve inci bahsinde değinildiği gibi değerli taşların bazılarıyla güneşin sıkça kullanıldığı görülür. Bu ilişki taşın parlaklığı ve renginden kaynaklanır. Ayrıca güneşin bu taşların rengini oluşturması da etkin rol oynar:
Yâkût-ı âfıtâba verir reng-i rûyu şerm
Aks-i fürûg-ı gevher-i pâk-i necâbetin (Nâilî/İpekten, 1990: 116) Yâkût-ı âfitâb ise de lütfün ey felek
Gûş-ı arûs-ı raÄŸbete mengûş eder miyiz (Nâilî/İpekten, 1990: 218) Nat’-ı gerdûnı pür itdi rîze-i yâkût-ı mihr
Çerhe çok tutmış anı hakkâk-i çerh-i bed-güher (Hâletî/Kaya, 2003: 79) Yâkût-ı âfitâb ile hem-mâyedür gönül
Ey âteş-i derûn idemezsin zarar bana (Fehîm/Üzgör, 1991: 314) Ferîd-i dehr ki yâkût-ı zerdi hurşidün
Benân-ı kadrine şâyeste gevher-i hatem (Neşâtî/Kaplan, 1996: 68)
Yakut, küpe, yüzük, gerdanlık, toka, hokka, broş gibi eşyaları da süsler:
Fass-ı mey-gûnı ki yâkût-ı müdevverdendür
Getirür âdeme gül-nâr-ı cihândan peygâm (Sâbit/Karacan, 1991: 294)
Ol kadar kan dökdü şemşîrin ki aksile anın
Kâse-i yâkûta döndü künbed-i nîlûferî (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 91)
Taklîd edemez etse kalır şerm ile mebhût
Elmâsdan olursa eÄŸer hâme-i yâkût (Nef’î/AkkuÅŸ, 1993: 264)
Engüşt-i temennâ-yı kadeh-gîrine saki
Yâkûtu girân-kadr-ı behâ hâteme vermez (Nâilî/İpekten, 1990: 228) Câm-ı meyden dil gınâ-yı kalb tahsîl eyledi
Girdi gûyâ kim eline hâtem-i yâkût-ı Cem (Hâletî/Kaya, 2003: 241)
Klasik Türk Åžiiri’nde Kâmî’nin birkaç beyitinde “tamla yâküt”106 (damla yakut) adında deÄŸerli bir yakut çeÅŸidine rastlanır. Bu yakut ÅŸaraba ve kanlı gözyaşına benzetilir. Ayrıca beyitlerde ÅŸairin ÅŸiiri ve narçiçeÄŸi damla yakut gibi deÄŸer kazanır:
Söyledükçe reÅŸha-rîz olsa n’ola la’l-i lebün
Tamla yâkût oldı güftâr-ı dürer-bârun senün (Kâmî CD)
Oldıysa n’ola teÅŸne teri tamla-i yâkût
La’lünle anun gevheri bir suda degüldür (Kâmî CD)
Âzmî-zâde Hâletî’nin bir beyitinde de “gök yâküt” denilen yakut cinsiyle karşılaÅŸmaktayız:
Zahm-ı dendânıyla hayfâ düşmen-i bed-gevherün
Döndi gök yâkûta ÅŸimdi la’l-i nâbı dil-berün (Hâletî/Kaya, 2003: 214)
Akîk taşının yakut yerine kullanıldığı beyitler de vardır. Fakat taranan divanlarda 17.
107
yüzyıla ait böyle bir kullanıma rastlanmamıştır .
Yakutun Hindistan’da çıkarılması ilginç bir benzetmeyi ortaya koymuÅŸtur. Siyahî bir ırk olan Hintliler, dudak üzerine dökülen zülüfe, yakut ise sevgilinin nar gibi kırmızı dudağına iÅŸaret eder. Böylece yakutla oynayan bir Hintli tablosu zihinde canlanır108. Eski ÅŸiirde adı sıkça geçen gül de kimi zaman renk ve ÅŸekil bakımından yakut bir köşkü andırır109.
Hicrî yedinci asırdan beri Harem ağalarına, yakut, mercân, gevher gibi değerli taş isimleriyle hitap edilirmiş110.
‘ Bu yakut cinsine, Sâmî ve HaÅŸmet’in beyitlerinde de rastlanır (Kutlar, 2005: 17-18).
Åžair Resîm’in “Åžarâb-ı kâm ile ser-germ-i neşât olmazsak / Akîk-i sabr ile def’-i harâret eyleyelim” (Onay,2007: 407) beyitinde akikin yakut yerine kullanıldığı ve harareti giderdiÄŸi görülür. 1 Pala, age, s. 209. 1 Pala, age, s. 171-172.
Onay, age, s. 182.
Onay, age, s. 407-408.
Eskiden hükümdarlar esâret ve felâket anlarında yüzük kaÅŸlarında sakladıkları zehirle intihar ederlermiÅŸ. Bu zehrin miktarı “delikli yakutun içinde bulunan hardal danesi” kadarmış111.
Dinî açıdan bakıldığında inci, yakut, elmas, zümrüt gibi ateşte erimeyen, altın ve gümüş gibi kâr getirmeyen değerli taşların zekâtları da verilmez112:
Ben fakîr-i müstehakka büse-i la’l-i lebin
Vermedi ol hâce-i hüsn-i bahâ hergiz zekât (Remzî/Güven, 2005: 42)
Yakut, tarihte pek çok sultanın kılıcını, silahını süslemiş ve bu özelliğiyle beyitlere konu olmuştur:
Kabza-i tîgundaki hâssiyet-i yâkût-ı surh
Kâfiri çalmaksızın süzân ider ahker gibi (Sâbit/Karacan, 1991: 294)