Yakutun kıymeti pazarının durgun olup olmamasına, cevherlerin talep edilip edilmemesine, madenlerin yakın ya da uzak olmasına, cevherlerin az ya da çok bulunmasına, deÄŸerinin bilinip bilinmemesine, deÄŸerini bilenlerin az-çok olmasına, cevherin iyi-kötü, iri-ufak olmasına baÄŸlıdır. Cevherlere deÄŸer biçmek tahminîdir. Aslı ve kaidesi yoktur147. Za’îfî yirmi kıratının iki bin eÅŸrefî148 deÄŸerinin olduÄŸunu belirtir149.
Rivayete göre eski zamanlarda bir yakut varmış. Gece mum gibi yanıp, çevresine aydınlık verirmiÅŸ. Ona kevkeb-i ÅŸeb-efrüz derlermiÅŸ. Sonra bu yakuta Gevher-i ÅŸeb-çırâg150 diye ad koymuÅŸlar. O cevher Keyhüsrev’in eline geçmiÅŸ. Keyhüsrev ona câm-i cihân-nümây151 adını vermiÅŸ. Daha sonra yakut Anûşirvân-ı ‘Âdil eline oradan da
152
BaÄŸdad halifelerinin hazinesine girmiÅŸ . Åžerîfî tercümesinde de âb-ı hayâtı aramak için Hızır’la zulûmâta giden İskender’in yanında iki taÅŸ olduÄŸu, birini yolunu aydınlatması amacıyla Hızır’a verdiÄŸi ve bu yakuta “ÅŸeb-çırâğ” denildiÄŸi anlatılır153:
Ol Fehîm-i meh zamîrem kim nukât-i hatt-ı nazmım
Åžeb-çeraÄŸ ettim ÅŸu’â-ı mihr-i tâb’ı rûşenimden (Fehîm/Üzgör, 1991: 618)
Meger kim magribî-i dehr ÅŸakkü’l-‘arzı şâm itdi
Ki zâhir oldı bunca şeb-çerâg-ı kevkeb-i garrâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Her gece gün gibi rûz-ı rûşen eyler bezmimi
Ârız-ı rengîni ol meh-rû nigârın şeb-çerâg (Remzî/Güven, 2005: 188) Zulmete Hızr ile gir gevher çıkar
Âb-ı hayvândan içüp hem kana gel (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 132)
Şeb-çerâğ, geceleri parlayan yakut veya incidir. Dür-i şebgûn da denir. Rivayete göre gâv-ı bahrî (su aygırı) adlı hayvan bazı geceler yanında bu mücevheri getirerek onun aydınlığında karaya çıkıp otlarmış. Avcılar hayvanı ürküterek şeb-çerâğı alabilirlermiş (Pala, 2004: 422-423).
Câm-ı cihân-nümâ, “dünyayı seyrettiren kadeh” manasındadır. Rivayete göre bu kadehi, Cem’in zamanında hükemâ ortaya çıkarmış ve hangi ülkenin durumu bilinmek istense ona bakılırmış. Onay, ÅŸairlerimizin câm-ı Cem ile câm-ı cihân-nümâyı karıştırdıklarına, bunların tariflerde iki ayrı kadeh olduÄŸuna dikkat çeker. Buna göre, câm-ı Cem’in üzerinde, yedi hat (yazı) olup, yedi madenden yedi kat göğe benzetilerek yapılmıştır (Onay, 2007: 81). Åžirvânî, age, s. 102-121. Kutlar, age, s. 21.
Gevher-i ÅŸeb-çırâğın halifelerin hazinesinde olmadığı, olsaydı adının duyulacağı, onun yerine beÅŸ cevherin adının bilindiÄŸi ile ilgili diÄŸer bir rivayet Hoca Nasîrüddîn-i Tûsî tarafından anlatılır. Acem padiÅŸahlarından Benî Ümeyye halifelerine çok cevâhir kalmış. Bu cevherler Benî Abbas halifelerinin eline geçmiÅŸ. Bu hazinede beÅŸ meÅŸhur cevher varmış. Üçü behremânî ve remmânî yakutuymuÅŸ. Biri dürre-i yetime diÄŸeri sebha-ı rindâneymiÅŸ. Bunların benzerleri yokmuÅŸ. O üç yakuttan birinin adı cebel, birinin adı minkar, diÄŸerinin ise bahr imiÅŸ. Mansûr’un veziri Rabî sarraftan onu bin miskal altına alıp halifeye vermiÅŸ. Dürre-i yetîmeyi Hark adasından getirmiÅŸler. Bunlardan hiçbiri iki miskali bulmazmış. Mehdî cebel ile minkârı Hâdî ile Reşîd adındaki oÄŸullarına vermiÅŸ. Hâdî halife olduÄŸu zaman kardeÅŸi Reşîd’den cebeli istemiÅŸ.
Reşîd, “Atamın yadigarıdır.” diyerek onu vermemiÅŸ. Tekrar istemiÅŸ. Yine vermemiÅŸ. Bir gün Reşîd Dicle kıyısında oturuyormuÅŸ. Hâdî’den yine bir hizmetli gelip cebeli istemiÅŸ. Cebel Reşîd’in yüzüğündeymiÅŸ. Reşîd öfkelenip yüzüğü Dicle’ye atmış. Hizmetli Hâdî’ye durumu bildirince Hâdî cebelden umudunu kesmiÅŸ. Sonra Reşîd halife olmuÅŸ ve fala baktırmış. Dalgıçlar getirip cebeli Dicle’ye bıraktığı yeri göstermiÅŸ. Dalgıç cebeli bulup sudan çıkarmış. Reşîd buna çok sevinmiÅŸ ve dalgıca çok mal vermiÅŸ. Cebel ile minkâr Reşîd’in hazinesinde kalmış. Fakat Muktedir Billâh halife olunca cevherleri telef etmeye, nedîmlere, mutrîblere, kadınlara dağıtmaya baÅŸlamış. Vezirlerin nasihatlarını dinlemezmiÅŸ. Bir gün Abbas adlı vezirine çok cevher vermiÅŸ. Abbas kabul etmemiÅŸ ve “Cevâhir halife hazinesine yaraşır ve ona layıktır. Ben ona layık deÄŸilim.” demiÅŸ. Muktedir, Abbas’ın nüktesine gücenmiÅŸ fakat israfı terk etmemiÅŸ. Rindâne adlı bir bayanı sevmiÅŸ. Ona kıymetli taÅŸlardan kimsede olmayan bir tesbih dizmiÅŸ. Adını sebha-ı rindâne koymuÅŸ. O sebha hazinede olurmuÅŸ. Muktedir’in veziri Alî ibni Mûsâ Mısır’dan geldiÄŸinde bir gün halifeye: “Sebha-ı rindâneyi görmek isterim.” demiÅŸ. Halife: “Hazineden getirsinler.” demiÅŸ. Çok aramışlar fakat bulamamışlar. Sonra vezir cebinden sehba-ı rindâneyi çıkarıp: “Mısır pazarından satın aldım.” demiÅŸ. Vezir: “Bunun gibi nefis cevâhirler hazineden çıkıp Mısır pazarında satılmaya baÅŸladıktan sonra memlekette düzen olmaz.” demiÅŸse de fayda etmemiÅŸ yine cevherleri telef etmiÅŸ. Devleti ortadan kaldırmak isteyenler Muktedir’in hazinesinde bir ÅŸey olmadığını duyunca onu öldürmüşler154.
Åžirvânî, “Menâsimü’l-merâsim” adlı kitapta yakut ile ateÅŸ iliÅŸkisini anlatan bir rivayeti aktarır.
“Sultan Mahmûd’un torunu Sultân İbrâhîm Gaznîn’de padiÅŸah iken Sultân Melikşâh İbni Arslan tarafından kendisine bir elçi gelir. Elçi anlatmaya baÅŸlar: “Kış günleriydi. Sultân İbrâhîm’in huzuruna geldim, gördüm ki sultanın huzuruna altın ve kıymetli taÅŸlarla süslenmiÅŸ bir âteÅŸ-dân (mangal) koymuÅŸlardı. Bu mangalı kızıl yakutla doldurmuÅŸlardı. Yakutların ışığı, ateÅŸ ışığı gibi etrafa yayılıyordu. Sultan altın bir çanakla o yakutları ateÅŸ karıştırır gibi karıştırıyordu. Beni gördüğünde: “SoÄŸuktan nasılsın, üşüyor musun?” diye sordu. Ben de “Sultanım ateÅŸinden ısınmazsam soÄŸuktan helâk olurum.” dedim. Güldü ve bir tas yakutu önüme döktü.
EÄŸildim, yakutları aldım ve çok meblaÄŸa sattım. O mangalın içinde altı yedi miskal büyüklüğünde yakut parçaları vardı, gördüm”155.
Yakutun kıymeti pazarının durgun olup olmamasına, cevherlerin talep edilip edilmemesine, madenlerin yakın ya da uzak olmasına, cevherlerin az ya da çok bulunmasına, deÄŸerinin bilinip bilinmemesine, deÄŸerini bilenlerin az-çok olmasına, cevherin iyi-kötü, iri-ufak olmasına baÄŸlıdır. Cevherlere deÄŸer biçmek tahminîdir. Aslı ve kaidesi yoktur147. Za’îfî yirmi kıratının iki bin eÅŸrefî148 deÄŸerinin olduÄŸunu belirtir149.
Rivayete göre eski zamanlarda bir yakut varmış. Gece mum gibi yanıp, çevresine aydınlık verirmiÅŸ. Ona kevkeb-i ÅŸeb-efrüz derlermiÅŸ. Sonra bu yakuta Gevher-i ÅŸeb-çırâg150 diye ad koymuÅŸlar. O cevher Keyhüsrev’in eline geçmiÅŸ. Keyhüsrev ona câm-i cihân-nümây151 adını vermiÅŸ. Daha sonra yakut Anûşirvân-ı ‘Âdil eline oradan da
152
BaÄŸdad halifelerinin hazinesine girmiÅŸ . Åžerîfî tercümesinde de âb-ı hayâtı aramak için Hızır’la zulûmâta giden İskender’in yanında iki taÅŸ olduÄŸu, birini yolunu aydınlatması amacıyla Hızır’a verdiÄŸi ve bu yakuta “ÅŸeb-çırâğ” denildiÄŸi anlatılır153:
Ol Fehîm-i meh zamîrem kim nukât-i hatt-ı nazmım
Åžeb-çeraÄŸ ettim ÅŸu’â-ı mihr-i tâb’ı rûşenimden (Fehîm/Üzgör, 1991: 618)
Meger kim magribî-i dehr ÅŸakkü’l-‘arzı şâm itdi
Ki zâhir oldı bunca şeb-çerâg-ı kevkeb-i garrâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Her gece gün gibi rûz-ı rûşen eyler bezmimi
Ârız-ı rengîni ol meh-rû nigârın şeb-çerâg (Remzî/Güven, 2005: 188) Zulmete Hızr ile gir gevher çıkar
Âb-ı hayvândan içüp hem kana gel (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 132)
Şeb-çerâğ, geceleri parlayan yakut veya incidir. Dür-i şebgûn da denir. Rivayete göre gâv-ı bahrî (su aygırı) adlı hayvan bazı geceler yanında bu mücevheri getirerek onun aydınlığında karaya çıkıp otlarmış. Avcılar hayvanı ürküterek şeb-çerâğı alabilirlermiş (Pala, 2004: 422-423).
Câm-ı cihân-nümâ, “dünyayı seyrettiren kadeh” manasındadır. Rivayete göre bu kadehi, Cem’in zamanında hükemâ ortaya çıkarmış ve hangi ülkenin durumu bilinmek istense ona bakılırmış. Onay, ÅŸairlerimizin câm-ı Cem ile câm-ı cihân-nümâyı karıştırdıklarına, bunların tariflerde iki ayrı kadeh olduÄŸuna dikkat çeker. Buna göre, câm-ı Cem’in üzerinde, yedi hat (yazı) olup, yedi madenden yedi kat göğe benzetilerek yapılmıştır (Onay, 2007: 81). Åžirvânî, age, s. 102-121. Kutlar, age, s. 21.
Gevher-i ÅŸeb-çırâğın halifelerin hazinesinde olmadığı, olsaydı adının duyulacağı, onun yerine beÅŸ cevherin adının bilindiÄŸi ile ilgili diÄŸer bir rivayet Hoca Nasîrüddîn-i Tûsî tarafından anlatılır. Acem padiÅŸahlarından Benî Ümeyye halifelerine çok cevâhir kalmış. Bu cevherler Benî Abbas halifelerinin eline geçmiÅŸ. Bu hazinede beÅŸ meÅŸhur cevher varmış. Üçü behremânî ve remmânî yakutuymuÅŸ. Biri dürre-i yetime diÄŸeri sebha-ı rindâneymiÅŸ. Bunların benzerleri yokmuÅŸ. O üç yakuttan birinin adı cebel, birinin adı minkar, diÄŸerinin ise bahr imiÅŸ. Mansûr’un veziri Rabî sarraftan onu bin miskal altına alıp halifeye vermiÅŸ. Dürre-i yetîmeyi Hark adasından getirmiÅŸler. Bunlardan hiçbiri iki miskali bulmazmış. Mehdî cebel ile minkârı Hâdî ile Reşîd adındaki oÄŸullarına vermiÅŸ. Hâdî halife olduÄŸu zaman kardeÅŸi Reşîd’den cebeli istemiÅŸ.
Reşîd, “Atamın yadigarıdır.” diyerek onu vermemiÅŸ. Tekrar istemiÅŸ. Yine vermemiÅŸ. Bir gün Reşîd Dicle kıyısında oturuyormuÅŸ. Hâdî’den yine bir hizmetli gelip cebeli istemiÅŸ. Cebel Reşîd’in yüzüğündeymiÅŸ. Reşîd öfkelenip yüzüğü Dicle’ye atmış. Hizmetli Hâdî’ye durumu bildirince Hâdî cebelden umudunu kesmiÅŸ. Sonra Reşîd halife olmuÅŸ ve fala baktırmış. Dalgıçlar getirip cebeli Dicle’ye bıraktığı yeri göstermiÅŸ. Dalgıç cebeli bulup sudan çıkarmış. Reşîd buna çok sevinmiÅŸ ve dalgıca çok mal vermiÅŸ. Cebel ile minkâr Reşîd’in hazinesinde kalmış. Fakat Muktedir Billâh halife olunca cevherleri telef etmeye, nedîmlere, mutrîblere, kadınlara dağıtmaya baÅŸlamış. Vezirlerin nasihatlarını dinlemezmiÅŸ. Bir gün Abbas adlı vezirine çok cevher vermiÅŸ. Abbas kabul etmemiÅŸ ve “Cevâhir halife hazinesine yaraşır ve ona layıktır. Ben ona layık deÄŸilim.” demiÅŸ. Muktedir, Abbas’ın nüktesine gücenmiÅŸ fakat israfı terk etmemiÅŸ. Rindâne adlı bir bayanı sevmiÅŸ. Ona kıymetli taÅŸlardan kimsede olmayan bir tesbih dizmiÅŸ. Adını sebha-ı rindâne koymuÅŸ. O sebha hazinede olurmuÅŸ. Muktedir’in veziri Alî ibni Mûsâ Mısır’dan geldiÄŸinde bir gün halifeye: “Sebha-ı rindâneyi görmek isterim.” demiÅŸ. Halife: “Hazineden getirsinler.” demiÅŸ. Çok aramışlar fakat bulamamışlar. Sonra vezir cebinden sehba-ı rindâneyi çıkarıp: “Mısır pazarından satın aldım.” demiÅŸ. Vezir: “Bunun gibi nefis cevâhirler hazineden çıkıp Mısır pazarında satılmaya baÅŸladıktan sonra memlekette düzen olmaz.” demiÅŸse de fayda etmemiÅŸ yine cevherleri telef etmiÅŸ. Devleti ortadan kaldırmak isteyenler Muktedir’in hazinesinde bir ÅŸey olmadığını duyunca onu öldürmüşler154.
Åžirvânî, “Menâsimü’l-merâsim” adlı kitapta yakut ile ateÅŸ iliÅŸkisini anlatan bir rivayeti aktarır.
“Sultan Mahmûd’un torunu Sultân İbrâhîm Gaznîn’de padiÅŸah iken Sultân Melikşâh İbni Arslan tarafından kendisine bir elçi gelir. Elçi anlatmaya baÅŸlar: “Kış günleriydi. Sultân İbrâhîm’in huzuruna geldim, gördüm ki sultanın huzuruna altın ve kıymetli taÅŸlarla süslenmiÅŸ bir âteÅŸ-dân (mangal) koymuÅŸlardı. Bu mangalı kızıl yakutla doldurmuÅŸlardı. Yakutların ışığı, ateÅŸ ışığı gibi etrafa yayılıyordu. Sultan altın bir çanakla o yakutları ateÅŸ karıştırır gibi karıştırıyordu. Beni gördüğünde: “SoÄŸuktan nasılsın, üşüyor musun?” diye sordu. Ben de “Sultanım ateÅŸinden ısınmazsam soÄŸuktan helâk olurum.” dedim. Güldü ve bir tas yakutu önüme döktü.
EÄŸildim, yakutları aldım ve çok meblaÄŸa sattım. O mangalın içinde altı yedi miskal büyüklüğünde yakut parçaları vardı, gördüm”155.