Sözlüklerde, “Yeryüzünün sertleÅŸmiÅŸ ve katılaÅŸmış tabakalarında bulunan maden, tuz ve oksitlere göre deÄŸiÅŸik renkte ve deÄŸiÅŸik bileÅŸimdeki çok sert cisim.” olarak tanımlanan taÅŸa, taÅŸ deyip geçmemek gerekir.
Hayatın ve tarihin bütün macerası taşların gizil sırrında saklıdır. Altay Türklerinin Yaratılış Efsanelerinde, uçsuz bucaksız evrende uçan Ülgen, denizden çıkan taşa oturunca rahatlar ve:
“Denizden çıkan taÅŸ fırladı çıktı yüze, Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne! Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuÅŸ idi Üzerinde duracak bir yeri olmuÅŸ idi.”[1]
biçimindeki mitolojik anlatıda görüldüğü gibi taş, yeryüzü, insanlar, bitkiler ve hayvanlar yaratılmadan önemli bir işlev üstlenmiştir.
Tanrı suda boÄŸulmak üzere olan ve kendisinden yardım isteyen kiÅŸiyi kurtarmak için ‘SaÄŸlam bir taÅŸ olsun’ der ve suyun dibinden bir taÅŸ çıkartır. Mitolojide taÅŸ kurtarıcı, üzerinde durulabilen bir korunak anlamındadır.
Dünya durdukça duran taşlar, en kalıcı belgelerdir. Çünkü taşlar biçimlendirilerek oluşturulan eserler ve insan eli ile üzerine işlenen izler, tarihe ışık tutan geçmişten geleceğe uzanan sağlam köprülerdir.
Anadolu’nun çeÅŸitli kültürlerindeki taÅŸla ilgili inançlar incelendiÄŸinde tarih öncesi devirlerdeki aterien denilen kültür devrinde, taşın önemli bir yeri vardır.
Sümer, Akad, Babil gibi kültürlerde yer alan ve önemli iÅŸlevler üstlenen taÅŸ, Anadolu’da Hititlerde ve daha sonraki kültürlerde hep vardır.
Hititlerde kutsallığına inanılan HavaÅŸi taşı, Anadolu’da HavaÅŸ -TaÅŸları adı verilen taÅŸlar fetiÅŸ anlamında kullanılmıştır. Friglerde görülen Ana Tanrıça Kybele’nin de baÅŸlangıçta bir meteor taşıyla ilgisi olduÄŸu bilinmektedir.
Türk kültürünün ana belgelerinden Orhun yazıtlarında taş aracılığıyla, tarihimizin, kültürümüzün ve medeniyetimizin ilk önemli belgelerine ulaştığımız gerçeği bunlardan ilk akla gelenlerdir.
İyi talih ve saadet getiren daÄŸ anlamındaki Kutlug DaÄŸ Uygurlara güç ve bereket verir. Uygur hakanlarından Yü-lun Tigin, Çin sarayından birkızla evlenmek için Kutlug Dağı’nın taÅŸlarını Çinlilere verince düzen bozulur. KuÅŸlar, hayvanlar tuhaf tuhaf baÄŸrışır, kaÄŸanlar peÅŸ peÅŸe ölür, kıtlıklar, kıranlar baÅŸlar. Uygurlar göç etmek zorunda kalırlar. Tarihimizdeki bu göç anlatısı kayanın kutsallığını dile getirmesi açısından önemlidir. Buradan hareketle taÅŸların da bir ruhu olduÄŸuna inanılır.
Yer yüzünde gözle görülen her şey bir sebeple yaratılmıştır. Taşlar da bu halkanın en önemli araçlarıdır. Milyonlarca yıldır mağmanın çekirdeğinden hareket halindeki lav seli olarak yukarıya çıkması, çatlaklarda toplanıp oluşması ve bu arada gördüğü basınç ve içinde bulunan mineraller sayesinde kazanmış olduğu bir enerji vardır.
TaÅŸlardaki bu canlılığa ve gizil güce inancın bir uzantısı olarak Yakutlarda yad, yada, sata, Kıpçak grubuna baÄŸlı lehçelerde cay, cama, Kırgızlarda joytaÅŸ, OÄŸuz ÅŸivesinde ve tüm Anadolu’da yada taşı dediÄŸimiz bir taşın yaÄŸmur yaÄŸdırma gücüne sahip olduÄŸuna inanılır.
YaÄŸmur taşı konusunda OrtaçaÄŸ İslam kaynakları da dahil olmak üzere birçok eski metinde çok sayıda efsane ya da mitolojik iz taşıyan hikâyeler anlatılır. Gerdizi’nin eserinde yada taşının kökeni Nuh Peygamberin duasına baÄŸlanmaktadır. “Nuh Peygamber Allah’a dua edip Yasef’e bir isim (dua) öğretmesini, bu duayı okuyunca yaÄŸmur yaÄŸmasını niyaz etti.
Allah onun duasını kabul etti. Yasef’e bir dua öğretti. Yasef bu duayı bir taÅŸ üzerine yazdı. İhtiyaten unutmaması için bu taşı boynuna astı.
Bu duayla yağmur yağmasını istediği zaman yağmur gelirdi. Bu taşı suya vurursa su hastaya şifa verirdi.
Bu taşa onun oğulları mirasçı oldular. Oğuz, Hazar, Karluk ve benzerleri gibi onun nesli çoğaldı. Sonra, bu taş sebebiyle nesli arasında anlaşmazlık çıktı.
Bu taÅŸ OÄŸuzların elinde idi. Yasef’in oÄŸulları ‘bir gün toplanıp kura çekelim, taÅŸ kime çıkarsa ona verelim.’ dediler. Bunun üzerine OÄŸuzlar, aynı ÅŸekilde bir taÅŸ yaptılar. Bu duayı onun üzerine de yazdılar. OÄŸuzların büyüğü bu sahte taşı boynuna astı. KararlaÅŸtırılan gün gelince, kura çektiler. TaÅŸ Karlukların hissesine düştü. OÄŸuzlar yaptıkları sahte taşı Karluklara verdi. Esas taÅŸ yanlarında kalda. OÄŸuz boylarından Anadolu’da Türklerin taÅŸla yaÄŸmur istemeleri bu sebeptendir.”[2]
TaÅŸla yaÄŸmur isteme inancının Anadolu’nun pek çok yerinde olduÄŸu gibi Zile’de de izleri varlığını göstermektedir.
Yağmur yağmadığı zamanlarda Aslan Dede, Hüseyin Gazi tepesi gibi kutsallığına inanılan yerlere çıkılarak yağmur duası yapıldığı ve bu uygulamada taşlardan yararlanıldığı hepimizin malumudur.
Yine Zile’de yaÄŸmur duası yapılarken 41 taÅŸa dua okuyup suya atma adetinin varlığı halen hafızalarımızdadır. Burada da yada taşı inancının izleri görülmektedir.
Taşın canlılığı ve gücü ile ilgili bir anlatıya da Divanü Lügati’t Türk’te rastlanmaktadır. Burada; “Saydam, pürüzsüz ve beyaz bir taÅŸ, mühür yüzüğüne takılır (yada taşı), bu kiÅŸiye ÅŸimÅŸek deÄŸmez, çünkü bu taşın doÄŸasında insanı ÅŸimÅŸekten koruma vardır. Aynı zamanda bu taÅŸ, beze sarılıp ateÅŸe atıldığında yanmaz, hatta kendisi ile birlikte bezin de yanmamasını saÄŸlar. Bu sınanmıştır. Bir adam susamışsa bu taşı aÄŸzına koyar ve susuzluÄŸu geçer.”[3] ifadesi yer almaktadır.
Çevrelerine belirli tesirler yaydıklarına ve canlı organizmalar üzerinde önemli etkilerde bulunduklarına inanılan bazı taÅŸlara eski uygarlıkların kültürlerinde tılsımlı taÅŸlar adı verilmiÅŸtir. Sihirli asalarla ilgili inanç da bu konuyla ilgilidir. Bu asalar birtakım enerjileri çeken, toplayan, dönüştüren taÅŸtan yapılmış bir alet konumundadır. Önce Atlantis’te sonra da Mısır’daki inisiyelerin ellerinde görülen bu sihirli asalardan birinin en son Musa Peygamber’de görüldüğü üzerine çeÅŸitli anlatılar bulunmaktadır.
Türk kültüründe kartal, aslan ve kaplumbaÄŸanın çok önemli yeri vardır. Bu hayvanların iÅŸlevleri nedeniyle önemsendiÄŸi için taÅŸtan heykelleri yapılıp önemli yerlerde kullanılmıştır. Sabrın, uzun ömrün simgesi kaplumbaÄŸa Orhun yazıtlarının temel taşı biçiminde yer alırken, gücün ve azametin simgesi Aslan taÅŸ heykeller biçiminde saray kapılarında, Orhun Yazıtlarına giden yolun iki tarafında, oradan esinlenerek de günümüzde Aslanlı Yol adı ile Atatürk’ün anıt kabrinde ve kimi önemli devlet konutlarında kullanılmıştır.
Türk kültüründe önemli bir yere sahip kartal Hun İmparatorluÄŸu’nda Gök Tanrı sayılmış, Dede Korkut’ta da kuÅŸların sultanı olarak yorumlanıp Tanrı’ya yakın uçucu kuÅŸ diye tanımlanmıştır. Kayalık yerlerde yuva kuran kartal çeÅŸitli özellikleriyle türkü, mâni, tekerleme ve ÅŸiirlerimizde kendine özgü yerini almıştır.
Gücün, kararlılığın, çevikliğin, koruyuculuğun ve hareketliliğin simgesi olarak görülmesi nedeniyle pek çok kişi ve kurumların amblemi olarak simgelenmişktir.
İsa’nın, Zeus’un, Sezar ve Napolyon’un amblemleri kartaldır.
Nemrut dağındaki Antiokos’un mezarı ölüyü kötü ruhlardan korumak amacıyla kartal ve aslan heykelleriyle çevrilmiÅŸtir.
Kartal burada Zeus’un olduÄŸu kadar, Anadolu uygarlığının da bir amblemi olarak simgelenmiÅŸtir. Zile özelinde (MaÅŸat) Yalınyazı’ya 5 km.
uzaklıktaki Ağcakeçili köyünde bulunan ve halen Tokat Müzesi girişinde yer alan taştan yapılmış kartal heykeli düşündürücüdür.
Bu heykel, Adıyaman’da Nemrut Dağı etrafındaki her biri 5’er km. ara ile dikilmiÅŸ kartal heykellerini anımsatmaktadır. Bu da bize Zile’de MaÅŸat Höyük Kazısı’nın böyle bırakılmayıp çevredeki AÄŸcakeçili, İğdir vb. höyüklerin de kazılarak MaÅŸat Höyüğü uzantılarının su yüzüne çıkarılması gereÄŸini gözler önüne sermektedir. Bu heykel, kent koruyucu heykel oluÅŸu nedeniyle burada bulunan büyük bir kent kalıntısı gün ışığına çıkarılmalıdır.
Buğday ve ekmeğin macerası taş ile başlar. Yiyeceklerimizin bir bölümü, soframıza gelene kadar, ya değirmen taşında, ya el değirmeninde, ya saten taşında, ya soku içinde bazı işlemlere taş aracılığı ile uğrar.
Taş, sıcak yuvamızda duvar olurken, damımızın üzerindeki toprağı sertleştirmek için silindir biçimindeki loğ taşı adı ile önemli bir görev yüklenir. Yine sosyal yaşamımız içinde; ark taşı (oluk), kuyu taşı (Kuyu ağızlarına tolanın sığacağı büyüklükteki yayvan taş), suluk, çeşmelerde yalak taşı, düven altında çakmak taşı, dibek taşı (Siyah taştan oyularak yapılan dibek), merdivenlerin ilk basamağı olarak yapılan ayak taşı, binek taşı, fırın taşı, dilek taşı, siğil taşı, hamamlarda göbek taşı, camilerde musalla taşı ve mezarlıkta mezar taşı bir çırpıda sayabileceklerimizdendir.
Geleneksel kültürümüzde taş, hep ön planda yer almıştır. Binaların temel taşından başlamak üzere akla gelen her yerde önemli bir işlevle karşımıza çıkmıştır.
Geleneksel kültürümüzde taşların Zile özelinde önemli bir işlevi de halk ağzında keerüz denilen kerizlerdir.
Belediyelerin demir borularla su hatlarını ÅŸehir ÅŸebekesine baÄŸlamadan önce, Orta Asya’dan Anadoluya uzanan geniÅŸ kültür mirasının içinde taÅŸtan yapılan ve kehriz (keerüz) adı ile bilinen yer altı su kanallarıdır.
Kehriz, Osmanlı döneminde evlere çekilen ilk su şebekesinin adıdır. Kehrizler, içme ve sulama suyunu karşılamada çok önemli bir işleve sahiptir.
Evlerin altından geçen, kaygan taÅŸlardan yapılmış pöyrek (pöğrek) denilen kanallarla, içme ve kullanma suyunun geçtiÄŸi bu sistem, henüz pek çok ilde bile yokken, Zile’de evlerin içinden geçerek, bahçelere ulaÅŸan bir su ÅŸebekesi mevcuttu. Bu nedenle eski Zile evlerinin mutfakları zemin katta yer alırdı. Mutfak olarak kullanılan yer odasının içinde, kehrizin aÄŸzı kalaylı bakırdan yapılmış büyükçe bir kazan kapağı ile kapatılırdı.
Sürekli akar halinde bulunan bu kehrizler evden eve geçerek bir mahallenin su ihtiyacını görür, sonra da çaya ulaşırdı. Kışla Mahallesindeki kehrizlerin Gobul Deliği dediğimiz noktada birleşip bahçelere doğru aktığı çoğumuzun anılarındadır. Suyun bolluğu nedeniyle kışla Mahallesinde cadde boyunca beş tane pınar bulunduğu ve bunların bazılarının geriye sadece yalak taşlarının kaldığı acı bir gerçektir.
Kutsallığına inanılan, hakkında efsaneler anlatılan bazı taşlarla ilgili uygulamalardan taşı ziyaret; çevresinde dolanma, taşa el sürme, vücuda sürtme, taşı öpme, üstte taşıma, evde saklama, yerinden alıp belli bir süre sonra alındığı yere bırakma vb. biçiminde yapılmaktadır.
TaÅŸla ilgili efsane motiflerinin en önemlisi taÅŸa dönüşmedir. İnsanlara ders vermek amacıyla oluÅŸan taÅŸ kesilme efsanelerinin en ilginçlerinden biri Zile’de anlatılan TaÅŸ Mercimek Tarlası Efsanesi’dir. Bu efsane:
“Zile’nin hemen kenarında Hüseyin Gazi tepesi bulunmaktadır. Bu tepede Hüseyin Gazi’nin yatırı ve yatırın hemen yanı başında biri büyük diÄŸeri küçük iki mezar bulunmaktadır. Yatırın başında da yaÅŸlı bir ardıç aÄŸacı vardır. Tepenin üzerinde birkaç tarla bulunmaktadır. Bu tarlaların hepsi doÄŸal olarak bir birine benzerken bir tarla hepsinden farklı gözükmektedir. Tarlaya baktığınızda tarlanın yüzünün küçük yeÅŸil mercimeÄŸe benzer taÅŸlarla dolu olduÄŸunu görünür. Çevre halkına sorduÄŸunuzda size ÅŸu efsaneyi anlatırlar:
Bir zamanlar bu tepenin eteÄŸindeki köyde yaÅŸayan yaÅŸlı ve fakir bir karı koca, bunların da güzel mi güzel bir kızları varmış. Bu kız komÅŸu köyden kimsesiz, yoksul bir delikanlıyla evlenip gelin gitmiÅŸ. Kız gelin gittikten kısa bir zaman sonra babası ölmüş. Yalnız kalan annesi yine köyden fakir bir adamla evlenmiÅŸ. Adam hem fakir hem de çok aksi biriymiÅŸ. Gelin giden kızın da bir bebeÄŸi dünyaya gelmiÅŸ. Bebek daha altı aylık olmadan bu defa da kızın kocası ölmüş. BebeÄŸini kucağına alan kız anasının evine dönmüş. Aksi babalık kabul etmediyse de iki kadının yalvarmaları sonucu karın tokluÄŸuna kızı eve kabul etmiÅŸ. Kısa bir süre sonra bebek hastalanmış. Adama bebeÄŸi hekime götür, ilaç al dedikçe, “Ben sizin karnınızı doyuramıyorum bebeÄŸe ilaç alamam.” diye çıkışmış.
Bebek hastalıktan inim inim inlemeye baÅŸlamış. İnsafa gelen adam. “Benim Hüseyin Gazi tepesinde bir tarlam var. Çok dik olduÄŸundan çift çıkmaz. YaÅŸlandığım için de ekemiyorum. Kazmayı al, tarlayı kaz. Mercimek ek. Mercimek iki ayda tahıl verir. Derer, götürür satarsın. Parasına da bebeÄŸini hekime götürürsün.” DemiÅŸ.
Çaresiz kalan kadın bebeğini sırtına sarıp, kazmayı eline alıp erkenden tepeye çıkmış. Yatırın başında dikili taşla ağaç arasına salıncak yapıp bebeğini yatırıp tarlayı kazmaya başlamış.
Günlerce kazmış. Mercimeği ekmiş. İki ay beklemiş. Mercimek öyle bol olmuş ki sevincinden havalara uçuyormuş. Bu süre zarfında da çocuk iyni ipliğe dönmüş. Hastalıktan inim inim inliyormuş.
Mercimekleri yolarken göksü sızlamış. Bebeğe süt vermek için yatırın başına koşmuş ki bebekte ses soluk yok.
Bir tarlaya bakmış, bir yatıra bakmış, bir bebeÄŸe bakmış sonra bebeÄŸin üzerine kapanıp öyle aÄŸlamış, öyle bağırmış ki… Feryadı cihanı tutmuÅŸ. Bu sırada yatırdan- gaipten bir ses yükselmiÅŸ ‘MercimeÄŸin taÅŸ ola!.. MercimeÄŸin taÅŸ ola!…’ ta aÅŸağı köyden duyulmuÅŸ bu ses. Kadın da ruhunu teslim etmiÅŸ bu sesin ardından. Köylüler ÅŸaÅŸkınlıkla tepeye tırmandıklarında bütün mercimeÄŸin taÅŸ kesildiÄŸini görmüşler. Anne ve bebeÄŸi yatırın yanına defnetmiÅŸler. O gün bu gün “TaÅŸ Mercimek Tarlası” diye anılır olmuÅŸ bu tarla”.[4]
Ne hikmetse zaman içinde çocuğu olmayanların ziyaret yeri haline gelmiş burası. Çocuğu olmayan kadınlar, adak adayarak tarladan yedi mercimek taşı alıp yedi gece yastığının altında tutup daha sonra getirip tarlaya taşları bırakmaktadırlar. Çocuğu olanlar da bebekleriyle buraya gelip kurban kesmektedirler. Yıllardır süren bu uygulama son yıllarda cahilce ve çok yanlış bir uygulamaya dönüşmüş, mercimek taşlarını götürenlerin bir tanesini yutup altı tanesini geri getirmesi sonucu ve kimi kadınların da götürdükleri taşları getirmemeleri nedeniyle bugün yerinde yok denecek kadar azalmıştır.
Burada üzerinde durulması gereken konu taştan şifa umulması boyutudur.
Zile ve çevresinde taş, sosyal yaşamımızı ve geleneksel kültürümüze o denli yer etmiştir ki; beddualarımızda;
Başına taş düşe,
Sidikliğine taş dursun gibi ilenmelerin yanı sıra analarımızın her birini bir amaç için söylediği:
Taş düştüğü yerde ağırdır
Taşıma su ile değirmen dönmez
TaÅŸ ol da baÅŸ yar
Taş taş üstünde olur, ev ev üstünde olmaz Taş yerinde ağırdır Taş atana ekmek at
Taş çömleğe çarparsa vay çömleğin haline; Çömlek taşa çarparsa yine vay çömleğin haline biçimindeki özgün atasözlerimizle;
TaÅŸa tutmak
Taş taş üstünde bırakmamak Taş yürekli gibi deyimler sadece birkaç örneğidir.
Zile’de taÅŸtan ÅŸifa umma ile ilgili önemli bir uygulama da bekimiÅŸ
taşıdır.
Zile Müftüsü Arif Kılıç’ın 1961’de yayımlanan Çağıltı dergisinin birinci sayısındaki yazısında “Zile tarihinin birinci devresine ait kalıntıların en mühimlerinhden biri BekimiÅŸ Taşıdır. Eski ihtiyar bilginlerimiz, bu taşın Nuh tufanından evvel mevcut olduÄŸu ve bunun kiliselerde bulunan mai mukaddes- kutsal su taşı olduÄŸunu söylerler idi. Kiliseler ve kiliselerde kutsal suyun kullanılması Hristiyanlığın zuhurundan sonra baÅŸladığına göre bu taÅŸ Afrodit Enaitis Meshebi’nin bakiyesinden olduÄŸu kuvvetle tahmin ediliyor. Çünkü bu taÅŸ çok iptidai bir ÅŸekilde yapılmış, kaba saba bir ÅŸeydir. Hristiyanlığın zuhurundan sonraki estetik zarafet yoktur.
Bu taÅŸa kadınlarımız tarafından kutsiyet izafe edilir. Bir ÅŸeyden korkan kadın, korkudan mütevellit bir hastalığa yakalanmamak için bir kap ile su götürür, BekimiÅŸ taşının içine kor ve içer. Kadınlarımızın yürek kakması tabir edilen korku hastalığına karşı öteden beri tedavi ÅŸekli budur. Bu taÅŸa izafe edilen kutsallık binlerce sene evveline aittir.,, demektedir. Bu taÅŸ bugün Altınevler semtinde Hidayet Açış ve Hüsnü Boz’a ait evlerin arasında duvar içinde kalmıştır.
AraÅŸtırmacı Ufuk Mistepe Hidayet Açış’ın eÅŸinin: “Göğsü aÄŸrıyan, kalbi sıkışanların o taşın çukurluÄŸunu önce suyla yıkayıp doldurduktan sonra aÄŸrıyan yerlerine sürdüklerini, başı aÄŸrıyan suyu başına, sırtı aÄŸrıyan sırtına sürdüklerini, karnı aÄŸrıyanların içtiklerini, konuÅŸma özürlü çocuklara bu taÅŸtan su içirttiklerini, anlattığını kendi sitesinde yayımlamıştır. Zile’nin en eski gazetecilerinden Hüseyin HoÅŸcan’ın tahmini ölçüsünü yüksekliÄŸinin l00 cm, eninin 80 cm, kalınlığının da 20 cm. Kadar büyük bir taÅŸ, oyuk biçimindekinin de yüksekliÄŸinin 40cm, çapının da 25 cm kadar olduÄŸunu söylediÄŸi ve araÅŸtırmacı Ahmet DivriklioÄŸlu’nun teyit ettiÄŸi, bizim de halen hafızamızda bulunan bu taÅŸ bir, bir buçuk metre yüksekliÄŸinde bir taÅŸtır.
Yalnız dikkatlerden kaçmaması gereken husus. Burada, bekimiÅŸ taşının yanında bir de Sırt taşı denen ve özellikle sırtı aÄŸrıyan, bel aÄŸrısı çekenlerin “Sırtım demir, belim bek„ biçiminde bir sözü yineleyerek sırtlarını sürdükleri sırt taşı denilen bir taÅŸ daha bulunmaktadır.
Duvar içinde kalan taşın Bekimiş Taşı olmayıp, Sırt Taşı olma ihtimali yüksektir.
Bu taÅŸtan baÅŸka Zile’de aynı amaç için ziyaret edilen bir BekimiÅŸ Taşı daha bulunmaktadır.
Bu taÅŸ AraÅŸtırmacı M. Emin Ulu’nun Alperenler Cenneti Tokat adlı eserinde de yer verdiÄŸi ve Zile’de her okula baÅŸlayan çocuÄŸun götürülmesi gelenek haline gelen Muallim Dede ziyareti nedeniyle hepimizin en az bir kere ziyaret ettiÄŸi BekimiÅŸ Dede’dir.
Zile Devlet Hastanesi bahçesinde Muharrem Dede türbesinin karşısında, mezarsız sütun biçiminde bir taş bulunmaktadır. Bu taş, havuz şeklinde bir çukurun içine dikili olup yörede yürek kakması denilen korku hastalığına yakalananların ziyaret ettikleri yerdir. Sütunun dibindeki kurna şeklinde olan çukurluğa su doldurup aldıkları suyu evlerine götürüp üç gün içerlerse şifa bulacaklarına inanılmaktadır.
BekimiÅŸ Dede’nin sütun ÅŸeklindeki taşı halk arasında dilek taşı olarak da bilinir. Ziyarete gelenler önce dilek diler, sonra bu taşı kucaklar, taşı kucaklarken elleri bir birine kavuÅŸanlar dilekleri olacağına inanır.
Bu taÅŸa, mum yakılan mekânda, üzerine adak mumunun artığı sürülmüş küçük taÅŸ yapıştırmak da yine dilek taşı uygulamasının Zile’de yaygın olan biçimidir. Küçük taÅŸ yapıştırmanın yanı sıra aynı mekânda sayıları 20’nin üzerinde küçük çakıl taÅŸlarını dilek tutup ikiye ayırmak ve ayrılan bir parçayı tek olursa, ya da çift olursa ÅŸu dileÄŸim yerine gelecek biçiminde tek çift yapmak da yine dilek taşı uygulamasının bir baÅŸka biçimidir. (Bu uygulamaların Zile ve çevresindeki bazı yatır baÅŸlarında da yapıldığı bilinmektedir.) Sayın Bekir Altındal’ın, sayın Bekir Aksoy’un ve kimi araÅŸtırmacıların ifadeleri ile aynı mıntıkada ÅŸifa amaçlı iki BekimiÅŸ Taşından daha söz edilmektedir.
13-17 Ekim 1986’da Samsun’da yapılan Tarih Boyunca Karadeniz Sempozyumunda bir bildiri sunan Prof. Dr. Münir Atalar’ın Anaitis Meshebini dile getirerek verdiÄŸi bilgilerde de belirtildiÄŸi gibi Hristiyanlığın yayılmasıyla ortadan kalkan Anaitis meshebine inananlardan binlerce kiÅŸi kasım ayının ilk haftası Zile’ye gelerek Anaitis tapınağının etrafında toplaşırlar, papazları dini bir törenle taç giyer, günlerce bu yörede kalarak ÅŸehre bir canlılık getirir, ticari hayatı canlandırırlarmış.
Bu toplantılardaki canlılıkla halkın kilise anlamındaki Deyr sözcüğünden bozarak Deri dediği Zile Panayırı oluşmuştur. Bu panayır geleneği halen sürmektedir. Bu döneme ait en önemli kalıntı Bekimiş Taşıdır. Bekimiş taşından başka bu devreye ait pek çok sütun başlıkları, lâtin kitabeleri, koç heykelleri vb. mabet kalıntısı taş bulunmaktadır. Bu nedenle iyi bir saha araştırması yapılmalı ve şifa amaçlı bazı uygulamalara kaynaklık eden bu taşların tespiti yapılarak belgelenmelidir.
Taşlarla ilgili inanma ve uygulamaların biri de siğil ocağında ocakzadenin siğil üzerine dua okuyarak gücüne inandığı taşı siğil üzerinde gezdirerek siğili giderme olgusu Zile ve yöresinde taşlarla ilgili inanma ve uygulamaların bir başka boyutudur.
Zile’de bazı yaÅŸlı kadınların yeÅŸil renkli yeÅŸim taşı yüzükler taktığına hepimiz tanığızdır. Gücüne inanılarak bilinçli bir ÅŸekilde takılan bu yüzükler sinirleri gevÅŸetici, vücut dengesini saÄŸlayıcı, böbreklerin düzenli çalışmasına yardımcı oluÅŸu ve kanamayı durdurucu özelliÄŸi için takılmaktadır.
Anadolu medeniyetlerinde değerli taşlar çok kullanılmıştır. Dansözler, izleyicilerin seksüel ilgisini çekmek için göbeklerine yakut gibi kırmızı taşlar takmışlardır. Halen, zeberced taşının karanlık yerlerden geçerken duyulan korkuyu yenmek için takıldığı bilinmektedir.
Taşıyana deÄŸerinden dolayı rahatlık, zenginlik ve huzur veren, aÅŸk ve sadakat duygularını kamçıladığına inanılan altının Zile’de ısrarla gelinlere dozu yüksek tutularak takılması da boÅŸa deÄŸildir. Takı olarak kullanılan taÅŸların altında mutlaka bir ÅŸifa unsuru göze çarpmaktadır.
Zile ve yöresinde taşla ilgili inanma ve uygulamalar o kadar çeşitlidir ki örneğin mezar başına mutlaka iki taş dikilir. Bunlardan baş kısmındakinin ölüm, öbür dünya; ayak ucundakinin ise hayat, bu dünya için olduğuna inanılır. Mezarlıkta dua okurkan kabrin ayak ucunda durularak dua okunur. Bu şekilde bu dünyadan, öbür dünyadakine iyi niyet dilekleri gönderildiğine inanılır.
Ölü çıkan evde cenazenin yıkandığı yere irice bir taş bırakılırsa yakın sürede evden ikinci bir cenaze çıkmayacağına inanılır.
Hıdrellezde taş taş üstüne koyarak ev maketi yapanın yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılır.
Zile’de taÅŸla ilgili inanma ve uygulamaların yanı sıra taÅŸ oyunlarının da ön sıralarda yer aldığı görülür. Dokuz taÅŸ, yedi kule, beÅŸ taÅŸ, cüz, kel motah bu taÅŸ oyunlarından birkaçıdır.
Zile ve yöresine özgü olması nedeniyle kel motah üzerinde duracağız.
Eskiden, kaç göçün yoğun olduğu dönemlerde kiraz seyiri gününde bağ kenarlarındaki boşluklarda, kurumuş çay yataklarında, aynı bağa kiraz seyiri için gelenlerle, komşu bağlardaki kadın erkek gençlerin birlikte oynadıkları oyundur.
Bağlara çocukları nişanlı yeni dünürlerin davet edilmesi gelenek gereği olduğundan nişanlısıyla bir araya gelemeyen gençler, oyun nedeniyle bir araya gelmekte, kaynaşmaktadırlar.
Kel motah, taşla oynandığı için ve tehlikesi nedeniyle çocukların oynatılmadığı oyunlardandır. Aileler kızlarını sokağa çıkarmaya, komşu gençlerle konuşmalarına, başkalarının görmesine hatta nişanlıların bir birini görmesine izin vermezken kiraz seyirlerinde kel motah oynamalarına ses çıkarmamaktadırlar.
Bu oyun sırasında da gençlerin kızları, kızların da delikanlıları görmelerine bir nevi olanak tanınmaktadır.
Kiraz seyirlerinin yoğun olarak yapıldığı Çakır Kaya, Kara Dini, kireçli, Meydanlık vb. Yörelerde küme küme bu oyunun oynandığı görülür.
Büyükler arasında oynanan bu oyunda sayışmaca ile ebe seçilir. Oyuna katılanlarda sayı sınırlaması yoktur. En az dört kiÅŸinin olduÄŸu oyunda sekiz – on kiÅŸinin olduÄŸu da görülmektedir.
Herkes kendine uygun orta büyüklükte, yarım, bir, iki kilo gelebilecek bir taş alır. Ortaya irice bir kaygan taş yerleştirilir, üzerine de yumruk kadar bir taş konur. Bu iki taşın üst üste konduğu yere kale denir. En az on adım mesafeye de uzun bir çizgi çizilir.
Çizginin ötesinden sıra ile büyük taş üzerindeki küçük taşı kaleyi vurup devirmek için eldeki taşlar atılır.
Taşı (kaleyi) bir kişi vurup devirirse, ebe vurulan taşı sıçradığı yerden getirip büyük taşın üzerine koyuncaya kadar, taşı atıp da vuramayan ve çizginin ötesinde kalanlar kendi taşlarına koşup ya mük diyerek taşlarına ellerini sürerler, ya da taşlarını kapıp koşarak çizginin arkasına gelirler.
Ebe taşı yerine koyuncaya kadar bir iki kişi taşını kapıp geçebilir, ağır kalan birkaç kişi de sadece taşına elleyebildiği için, taşının başında kalır. Oyun henüz taşını atmayan ve taşını kapıp yakalanmadan çizginin ötesine geçenlerin kale taşını vurmak için çizginin ötesinden atışları ile devam eder. Çizginin ötesinden kaleye yaklaşıp ebeye yakalanmadan vurmak da serbesttir. Çizgi ile kale arasında herhangi bir kişi ebeye yakalanırsa o kişi ebe olur, herkes çizginin ötesine geçer ve oyun yeniden başlar.
Ebe tarafından, vurulan ve sıçrayan kale taşı çabucak yerine konur da taşlarını almak için koşanların, veya taşını alıp çizginin ötesine koşanların biri yakalanırsa o ebe olur, oyun yeniden kurulur.
Kimse taşı çizginin gerisinden atıp vuramazsa, ebe ortada durup koşarak taşına varmak isteyenleri tutmaya çalışır. Elbette taşa koşmak için sağdan soldan geçmeye çalışılır. Ebe bir tarafa koşarken öbür taraftaki hızlı davranıp geçer.
Bu oyunda kaleyi arkadan vurmak da serbesttir. Taşının başına geçmiş bir kişi, ebe çizginin ötesinden geçmek isteyenlerle meşgulken kaleyi vurup devirebilir. Kale yıkıkken herkes geçebilir. Ebenin görevi burada hem kaleyi korumak, hem de kimsenin geçmesine izin vermemektir. Kale sağlamken ebe kimi yakalayabilirse ebe o olur. Kimse yakalanmadan çizginin ötesine geçerse, ebe değişmeden oyun devam eder.
Zileye özgü bir oyun olan kel motah, hıdrellez, nevruz, kiraz seyri gibi kırda ve bağlarda ailelerin bir araya geldiği zamanlarda oynanır.
Sözümü taşlarla ilgili bir şiirimle bitirmek isterim. Saygılarımla.
Ç A K I L T A Ş I
Ben bir çakıl taşıydım dere ağzında Binlerce yılı görmüş geçirmiş
Sel sularında yıkanmış yüzü Yazın güneş Kışın kar altında Eriyip akmış
Nice taşlar yakın komşumdu
Yan yana yamaçta
Karda yağmurda benim gibi aşınan
Kimi gerdanlık olan boyunlarda
Kimi
İnce parmaklarda pırlanta adına duran
Seyirine doyamazdım
Kayalar arasından göz kırpan firuzenin
Mavi mavi bakışının
Dağ köylerinde Nazara karşı iyi gelir deyip Çocukların omuzuna dikilen O güzel mavi taşın Seyirine doyamazdım
Donuk kırmızısı içinde akik Bir sevda taşı idi sanki Çobanların Kavalına üflediği Yanık bir türkü gibi
Rahatlık ve huzur veren kehribar
Sarı rengiyle
Tatlı bir uyku getirirdi
Hepimize
Altın renkli topaz Caka satardı Mavi renklisine
Hep peşinden koşulan zümrüt Doğayla bütünleşmiş yeşili içinde En çok beni sever insanlar derdi Doğru da söylerdi hani
Temizliğin ve güzelliğin sembolü Gelin gibi beyaz sedef Taşların arasında belirince
Bir saygı uyandırırdı sessizce
Oltu taşı kara kara parıldar
En çok beni kullanır insanlar derdi Tespihinden
Ağızlığına kadar
Beyoğlu taşı kahkahalar atardı övünerek Benimle aldatırlar insanları Çoğu kıymetli taş diye satarlar Hepinizin rengine boyayıp İnandırırlar
Her türlü ağrıyı kesen bakır taşı
SertliÄŸiyle bilinen granit
Mermer
Necef
Opal
Lal
Her biri bir işe yaradı da Çimentosu çalınmış sıva içine İnşaat harcı olmak düştü bana
Nice taşlar mücevher kutusunda El bebek gül bebek Ben teras katında dökük bir sıva Düştü düşecek
KAYNAKÇA
Muharrem Kaya, Mitolojiden Efsaneye, Bağlam Yay. İst. 2007
Zühre İndirkaş, Türk Mitosları ve Anadolu Efsanelerinin İzsürümü, İmge Kit. Yay. İst. 2007
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, TTK Yay. Ank. 1971
Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yay. İst. 2000
Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşlarla İlgili İnançlar, Kültür Bak. Yay. Ank. 1987
Nilgün Sözer, Taşların Gizli Gücü, Sınır Ötesi Yay. İst. 2007
Mehmet Yardımcı, Türk Halk Edebiyatında Nesir, Ürün Yay. Ank. 2004
Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1971, s. 433
R. Şeşen İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ank. 1998, s.72
Divanü Lügati’t Türk, s. 71
[4] Mehmet Yardımcı, özel arşivi. (Benzer bir varyantı, (Selvi Ülkü derlemesi), Mehmet Yardımcı-Cahit Kavcar, Efsanelerimiz, Malatya l988, s.17-18)
Sözlüklerde, “Yeryüzünün sertleÅŸmiÅŸ ve katılaÅŸmış tabakalarında bulunan maden, tuz ve oksitlere göre deÄŸiÅŸik renkte ve deÄŸiÅŸik bileÅŸimdeki çok sert cisim.” olarak tanımlanan taÅŸa, taÅŸ deyip geçmemek gerekir.
Hayatın ve tarihin bütün macerası taşların gizil sırrında saklıdır. Altay Türklerinin Yaratılış Efsanelerinde, uçsuz bucaksız evrende uçan Ülgen, denizden çıkan taşa oturunca rahatlar ve:
“Denizden çıkan taÅŸ fırladı çıktı yüze, Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne! Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuÅŸ idi Üzerinde duracak bir yeri olmuÅŸ idi.”[1]
biçimindeki mitolojik anlatıda görüldüğü gibi taş, yeryüzü, insanlar, bitkiler ve hayvanlar yaratılmadan önemli bir işlev üstlenmiştir.
Tanrı suda boÄŸulmak üzere olan ve kendisinden yardım isteyen kiÅŸiyi kurtarmak için ‘SaÄŸlam bir taÅŸ olsun’ der ve suyun dibinden bir taÅŸ çıkartır. Mitolojide taÅŸ kurtarıcı, üzerinde durulabilen bir korunak anlamındadır.
Dünya durdukça duran taşlar, en kalıcı belgelerdir. Çünkü taşlar biçimlendirilerek oluşturulan eserler ve insan eli ile üzerine işlenen izler, tarihe ışık tutan geçmişten geleceğe uzanan sağlam köprülerdir.
Anadolu’nun çeÅŸitli kültürlerindeki taÅŸla ilgili inançlar incelendiÄŸinde tarih öncesi devirlerdeki aterien denilen kültür devrinde, taşın önemli bir yeri vardır.
Sümer, Akad, Babil gibi kültürlerde yer alan ve önemli iÅŸlevler üstlenen taÅŸ, Anadolu’da Hititlerde ve daha sonraki kültürlerde hep vardır.
Hititlerde kutsallığına inanılan HavaÅŸi taşı, Anadolu’da HavaÅŸ -TaÅŸları adı verilen taÅŸlar fetiÅŸ anlamında kullanılmıştır. Friglerde görülen Ana Tanrıça Kybele’nin de baÅŸlangıçta bir meteor taşıyla ilgisi olduÄŸu bilinmektedir.
Türk kültürünün ana belgelerinden Orhun yazıtlarında taş aracılığıyla, tarihimizin, kültürümüzün ve medeniyetimizin ilk önemli belgelerine ulaştığımız gerçeği bunlardan ilk akla gelenlerdir.
İyi talih ve saadet getiren daÄŸ anlamındaki Kutlug DaÄŸ Uygurlara güç ve bereket verir. Uygur hakanlarından Yü-lun Tigin, Çin sarayından birkızla evlenmek için Kutlug Dağı’nın taÅŸlarını Çinlilere verince düzen bozulur. KuÅŸlar, hayvanlar tuhaf tuhaf baÄŸrışır, kaÄŸanlar peÅŸ peÅŸe ölür, kıtlıklar, kıranlar baÅŸlar. Uygurlar göç etmek zorunda kalırlar. Tarihimizdeki bu göç anlatısı kayanın kutsallığını dile getirmesi açısından önemlidir. Buradan hareketle taÅŸların da bir ruhu olduÄŸuna inanılır.
Yer yüzünde gözle görülen her şey bir sebeple yaratılmıştır. Taşlar da bu halkanın en önemli araçlarıdır. Milyonlarca yıldır mağmanın çekirdeğinden hareket halindeki lav seli olarak yukarıya çıkması, çatlaklarda toplanıp oluşması ve bu arada gördüğü basınç ve içinde bulunan mineraller sayesinde kazanmış olduğu bir enerji vardır.
TaÅŸlardaki bu canlılığa ve gizil güce inancın bir uzantısı olarak Yakutlarda yad, yada, sata, Kıpçak grubuna baÄŸlı lehçelerde cay, cama, Kırgızlarda joytaÅŸ, OÄŸuz ÅŸivesinde ve tüm Anadolu’da yada taşı dediÄŸimiz bir taşın yaÄŸmur yaÄŸdırma gücüne sahip olduÄŸuna inanılır.
YaÄŸmur taşı konusunda OrtaçaÄŸ İslam kaynakları da dahil olmak üzere birçok eski metinde çok sayıda efsane ya da mitolojik iz taşıyan hikâyeler anlatılır. Gerdizi’nin eserinde yada taşının kökeni Nuh Peygamberin duasına baÄŸlanmaktadır. “Nuh Peygamber Allah’a dua edip Yasef’e bir isim (dua) öğretmesini, bu duayı okuyunca yaÄŸmur yaÄŸmasını niyaz etti.
Allah onun duasını kabul etti. Yasef’e bir dua öğretti. Yasef bu duayı bir taÅŸ üzerine yazdı. İhtiyaten unutmaması için bu taşı boynuna astı.
Bu duayla yağmur yağmasını istediği zaman yağmur gelirdi. Bu taşı suya vurursa su hastaya şifa verirdi.
Bu taşa onun oğulları mirasçı oldular. Oğuz, Hazar, Karluk ve benzerleri gibi onun nesli çoğaldı. Sonra, bu taş sebebiyle nesli arasında anlaşmazlık çıktı.
Bu taÅŸ OÄŸuzların elinde idi. Yasef’in oÄŸulları ‘bir gün toplanıp kura çekelim, taÅŸ kime çıkarsa ona verelim.’ dediler. Bunun üzerine OÄŸuzlar, aynı ÅŸekilde bir taÅŸ yaptılar. Bu duayı onun üzerine de yazdılar. OÄŸuzların büyüğü bu sahte taşı boynuna astı. KararlaÅŸtırılan gün gelince, kura çektiler. TaÅŸ Karlukların hissesine düştü. OÄŸuzlar yaptıkları sahte taşı Karluklara verdi. Esas taÅŸ yanlarında kalda. OÄŸuz boylarından Anadolu’da Türklerin taÅŸla yaÄŸmur istemeleri bu sebeptendir.”[2]
TaÅŸla yaÄŸmur isteme inancının Anadolu’nun pek çok yerinde olduÄŸu gibi Zile’de de izleri varlığını göstermektedir.
Yağmur yağmadığı zamanlarda Aslan Dede, Hüseyin Gazi tepesi gibi kutsallığına inanılan yerlere çıkılarak yağmur duası yapıldığı ve bu uygulamada taşlardan yararlanıldığı hepimizin malumudur.
Yine Zile’de yaÄŸmur duası yapılarken 41 taÅŸa dua okuyup suya atma adetinin varlığı halen hafızalarımızdadır. Burada da yada taşı inancının izleri görülmektedir.
Taşın canlılığı ve gücü ile ilgili bir anlatıya da Divanü Lügati’t Türk’te rastlanmaktadır. Burada; “Saydam, pürüzsüz ve beyaz bir taÅŸ, mühür yüzüğüne takılır (yada taşı), bu kiÅŸiye ÅŸimÅŸek deÄŸmez, çünkü bu taşın doÄŸasında insanı ÅŸimÅŸekten koruma vardır. Aynı zamanda bu taÅŸ, beze sarılıp ateÅŸe atıldığında yanmaz, hatta kendisi ile birlikte bezin de yanmamasını saÄŸlar. Bu sınanmıştır. Bir adam susamışsa bu taşı aÄŸzına koyar ve susuzluÄŸu geçer.”[3] ifadesi yer almaktadır.
Çevrelerine belirli tesirler yaydıklarına ve canlı organizmalar üzerinde önemli etkilerde bulunduklarına inanılan bazı taÅŸlara eski uygarlıkların kültürlerinde tılsımlı taÅŸlar adı verilmiÅŸtir. Sihirli asalarla ilgili inanç da bu konuyla ilgilidir. Bu asalar birtakım enerjileri çeken, toplayan, dönüştüren taÅŸtan yapılmış bir alet konumundadır. Önce Atlantis’te sonra da Mısır’daki inisiyelerin ellerinde görülen bu sihirli asalardan birinin en son Musa Peygamber’de görüldüğü üzerine çeÅŸitli anlatılar bulunmaktadır.
Türk kültüründe kartal, aslan ve kaplumbaÄŸanın çok önemli yeri vardır. Bu hayvanların iÅŸlevleri nedeniyle önemsendiÄŸi için taÅŸtan heykelleri yapılıp önemli yerlerde kullanılmıştır. Sabrın, uzun ömrün simgesi kaplumbaÄŸa Orhun yazıtlarının temel taşı biçiminde yer alırken, gücün ve azametin simgesi Aslan taÅŸ heykeller biçiminde saray kapılarında, Orhun Yazıtlarına giden yolun iki tarafında, oradan esinlenerek de günümüzde Aslanlı Yol adı ile Atatürk’ün anıt kabrinde ve kimi önemli devlet konutlarında kullanılmıştır.
Türk kültüründe önemli bir yere sahip kartal Hun İmparatorluÄŸu’nda Gök Tanrı sayılmış, Dede Korkut’ta da kuÅŸların sultanı olarak yorumlanıp Tanrı’ya yakın uçucu kuÅŸ diye tanımlanmıştır. Kayalık yerlerde yuva kuran kartal çeÅŸitli özellikleriyle türkü, mâni, tekerleme ve ÅŸiirlerimizde kendine özgü yerini almıştır.
Gücün, kararlılığın, çevikliğin, koruyuculuğun ve hareketliliğin simgesi olarak görülmesi nedeniyle pek çok kişi ve kurumların amblemi olarak simgelenmişktir.
İsa’nın, Zeus’un, Sezar ve Napolyon’un amblemleri kartaldır.
Nemrut dağındaki Antiokos’un mezarı ölüyü kötü ruhlardan korumak amacıyla kartal ve aslan heykelleriyle çevrilmiÅŸtir.
Kartal burada Zeus’un olduÄŸu kadar, Anadolu uygarlığının da bir amblemi olarak simgelenmiÅŸtir. Zile özelinde (MaÅŸat) Yalınyazı’ya 5 km.
uzaklıktaki Ağcakeçili köyünde bulunan ve halen Tokat Müzesi girişinde yer alan taştan yapılmış kartal heykeli düşündürücüdür.
Bu heykel, Adıyaman’da Nemrut Dağı etrafındaki her biri 5’er km. ara ile dikilmiÅŸ kartal heykellerini anımsatmaktadır. Bu da bize Zile’de MaÅŸat Höyük Kazısı’nın böyle bırakılmayıp çevredeki AÄŸcakeçili, İğdir vb. höyüklerin de kazılarak MaÅŸat Höyüğü uzantılarının su yüzüne çıkarılması gereÄŸini gözler önüne sermektedir. Bu heykel, kent koruyucu heykel oluÅŸu nedeniyle burada bulunan büyük bir kent kalıntısı gün ışığına çıkarılmalıdır.
Buğday ve ekmeğin macerası taş ile başlar. Yiyeceklerimizin bir bölümü, soframıza gelene kadar, ya değirmen taşında, ya el değirmeninde, ya saten taşında, ya soku içinde bazı işlemlere taş aracılığı ile uğrar.
Taş, sıcak yuvamızda duvar olurken, damımızın üzerindeki toprağı sertleştirmek için silindir biçimindeki loğ taşı adı ile önemli bir görev yüklenir. Yine sosyal yaşamımız içinde; ark taşı (oluk), kuyu taşı (Kuyu ağızlarına tolanın sığacağı büyüklükteki yayvan taş), suluk, çeşmelerde yalak taşı, düven altında çakmak taşı, dibek taşı (Siyah taştan oyularak yapılan dibek), merdivenlerin ilk basamağı olarak yapılan ayak taşı, binek taşı, fırın taşı, dilek taşı, siğil taşı, hamamlarda göbek taşı, camilerde musalla taşı ve mezarlıkta mezar taşı bir çırpıda sayabileceklerimizdendir.
Geleneksel kültürümüzde taş, hep ön planda yer almıştır. Binaların temel taşından başlamak üzere akla gelen her yerde önemli bir işlevle karşımıza çıkmıştır.
Geleneksel kültürümüzde taşların Zile özelinde önemli bir işlevi de halk ağzında keerüz denilen kerizlerdir.
Belediyelerin demir borularla su hatlarını ÅŸehir ÅŸebekesine baÄŸlamadan önce, Orta Asya’dan Anadoluya uzanan geniÅŸ kültür mirasının içinde taÅŸtan yapılan ve kehriz (keerüz) adı ile bilinen yer altı su kanallarıdır.
Kehriz, Osmanlı döneminde evlere çekilen ilk su şebekesinin adıdır. Kehrizler, içme ve sulama suyunu karşılamada çok önemli bir işleve sahiptir.
Evlerin altından geçen, kaygan taÅŸlardan yapılmış pöyrek (pöğrek) denilen kanallarla, içme ve kullanma suyunun geçtiÄŸi bu sistem, henüz pek çok ilde bile yokken, Zile’de evlerin içinden geçerek, bahçelere ulaÅŸan bir su ÅŸebekesi mevcuttu. Bu nedenle eski Zile evlerinin mutfakları zemin katta yer alırdı. Mutfak olarak kullanılan yer odasının içinde, kehrizin aÄŸzı kalaylı bakırdan yapılmış büyükçe bir kazan kapağı ile kapatılırdı.
Sürekli akar halinde bulunan bu kehrizler evden eve geçerek bir mahallenin su ihtiyacını görür, sonra da çaya ulaşırdı. Kışla Mahallesindeki kehrizlerin Gobul Deliği dediğimiz noktada birleşip bahçelere doğru aktığı çoğumuzun anılarındadır. Suyun bolluğu nedeniyle kışla Mahallesinde cadde boyunca beş tane pınar bulunduğu ve bunların bazılarının geriye sadece yalak taşlarının kaldığı acı bir gerçektir.
Kutsallığına inanılan, hakkında efsaneler anlatılan bazı taşlarla ilgili uygulamalardan taşı ziyaret; çevresinde dolanma, taşa el sürme, vücuda sürtme, taşı öpme, üstte taşıma, evde saklama, yerinden alıp belli bir süre sonra alındığı yere bırakma vb. biçiminde yapılmaktadır.
TaÅŸla ilgili efsane motiflerinin en önemlisi taÅŸa dönüşmedir. İnsanlara ders vermek amacıyla oluÅŸan taÅŸ kesilme efsanelerinin en ilginçlerinden biri Zile’de anlatılan TaÅŸ Mercimek Tarlası Efsanesi’dir. Bu efsane:
“Zile’nin hemen kenarında Hüseyin Gazi tepesi bulunmaktadır. Bu tepede Hüseyin Gazi’nin yatırı ve yatırın hemen yanı başında biri büyük diÄŸeri küçük iki mezar bulunmaktadır. Yatırın başında da yaÅŸlı bir ardıç aÄŸacı vardır. Tepenin üzerinde birkaç tarla bulunmaktadır. Bu tarlaların hepsi doÄŸal olarak bir birine benzerken bir tarla hepsinden farklı gözükmektedir. Tarlaya baktığınızda tarlanın yüzünün küçük yeÅŸil mercimeÄŸe benzer taÅŸlarla dolu olduÄŸunu görünür. Çevre halkına sorduÄŸunuzda size ÅŸu efsaneyi anlatırlar:
Bir zamanlar bu tepenin eteÄŸindeki köyde yaÅŸayan yaÅŸlı ve fakir bir karı koca, bunların da güzel mi güzel bir kızları varmış. Bu kız komÅŸu köyden kimsesiz, yoksul bir delikanlıyla evlenip gelin gitmiÅŸ. Kız gelin gittikten kısa bir zaman sonra babası ölmüş. Yalnız kalan annesi yine köyden fakir bir adamla evlenmiÅŸ. Adam hem fakir hem de çok aksi biriymiÅŸ. Gelin giden kızın da bir bebeÄŸi dünyaya gelmiÅŸ. Bebek daha altı aylık olmadan bu defa da kızın kocası ölmüş. BebeÄŸini kucağına alan kız anasının evine dönmüş. Aksi babalık kabul etmediyse de iki kadının yalvarmaları sonucu karın tokluÄŸuna kızı eve kabul etmiÅŸ. Kısa bir süre sonra bebek hastalanmış. Adama bebeÄŸi hekime götür, ilaç al dedikçe, “Ben sizin karnınızı doyuramıyorum bebeÄŸe ilaç alamam.” diye çıkışmış.
Bebek hastalıktan inim inim inlemeye baÅŸlamış. İnsafa gelen adam. “Benim Hüseyin Gazi tepesinde bir tarlam var. Çok dik olduÄŸundan çift çıkmaz. YaÅŸlandığım için de ekemiyorum. Kazmayı al, tarlayı kaz. Mercimek ek. Mercimek iki ayda tahıl verir. Derer, götürür satarsın. Parasına da bebeÄŸini hekime götürürsün.” DemiÅŸ.
Çaresiz kalan kadın bebeğini sırtına sarıp, kazmayı eline alıp erkenden tepeye çıkmış. Yatırın başında dikili taşla ağaç arasına salıncak yapıp bebeğini yatırıp tarlayı kazmaya başlamış.
Günlerce kazmış. Mercimeği ekmiş. İki ay beklemiş. Mercimek öyle bol olmuş ki sevincinden havalara uçuyormuş. Bu süre zarfında da çocuk iyni ipliğe dönmüş. Hastalıktan inim inim inliyormuş.
Mercimekleri yolarken göksü sızlamış. Bebeğe süt vermek için yatırın başına koşmuş ki bebekte ses soluk yok.
Bir tarlaya bakmış, bir yatıra bakmış, bir bebeÄŸe bakmış sonra bebeÄŸin üzerine kapanıp öyle aÄŸlamış, öyle bağırmış ki… Feryadı cihanı tutmuÅŸ. Bu sırada yatırdan- gaipten bir ses yükselmiÅŸ ‘MercimeÄŸin taÅŸ ola!.. MercimeÄŸin taÅŸ ola!…’ ta aÅŸağı köyden duyulmuÅŸ bu ses. Kadın da ruhunu teslim etmiÅŸ bu sesin ardından. Köylüler ÅŸaÅŸkınlıkla tepeye tırmandıklarında bütün mercimeÄŸin taÅŸ kesildiÄŸini görmüşler. Anne ve bebeÄŸi yatırın yanına defnetmiÅŸler. O gün bu gün “TaÅŸ Mercimek Tarlası” diye anılır olmuÅŸ bu tarla”.[4]
Ne hikmetse zaman içinde çocuğu olmayanların ziyaret yeri haline gelmiş burası. Çocuğu olmayan kadınlar, adak adayarak tarladan yedi mercimek taşı alıp yedi gece yastığının altında tutup daha sonra getirip tarlaya taşları bırakmaktadırlar. Çocuğu olanlar da bebekleriyle buraya gelip kurban kesmektedirler. Yıllardır süren bu uygulama son yıllarda cahilce ve çok yanlış bir uygulamaya dönüşmüş, mercimek taşlarını götürenlerin bir tanesini yutup altı tanesini geri getirmesi sonucu ve kimi kadınların da götürdükleri taşları getirmemeleri nedeniyle bugün yerinde yok denecek kadar azalmıştır.
Burada üzerinde durulması gereken konu taştan şifa umulması boyutudur.
Zile ve çevresinde taş, sosyal yaşamımızı ve geleneksel kültürümüze o denli yer etmiştir ki; beddualarımızda;
Başına taş düşe,
Sidikliğine taş dursun gibi ilenmelerin yanı sıra analarımızın her birini bir amaç için söylediği:
Taş düştüğü yerde ağırdır
Taşıma su ile değirmen dönmez
TaÅŸ ol da baÅŸ yar
Taş taş üstünde olur, ev ev üstünde olmaz Taş yerinde ağırdır Taş atana ekmek at
Taş çömleğe çarparsa vay çömleğin haline; Çömlek taşa çarparsa yine vay çömleğin haline biçimindeki özgün atasözlerimizle;
TaÅŸa tutmak
Taş taş üstünde bırakmamak Taş yürekli gibi deyimler sadece birkaç örneğidir.
Zile’de taÅŸtan ÅŸifa umma ile ilgili önemli bir uygulama da bekimiÅŸ
taşıdır.
Zile Müftüsü Arif Kılıç’ın 1961’de yayımlanan Çağıltı dergisinin birinci sayısındaki yazısında “Zile tarihinin birinci devresine ait kalıntıların en mühimlerinhden biri BekimiÅŸ Taşıdır. Eski ihtiyar bilginlerimiz, bu taşın Nuh tufanından evvel mevcut olduÄŸu ve bunun kiliselerde bulunan mai mukaddes- kutsal su taşı olduÄŸunu söylerler idi. Kiliseler ve kiliselerde kutsal suyun kullanılması Hristiyanlığın zuhurundan sonra baÅŸladığına göre bu taÅŸ Afrodit Enaitis Meshebi’nin bakiyesinden olduÄŸu kuvvetle tahmin ediliyor. Çünkü bu taÅŸ çok iptidai bir ÅŸekilde yapılmış, kaba saba bir ÅŸeydir. Hristiyanlığın zuhurundan sonraki estetik zarafet yoktur.
Bu taÅŸa kadınlarımız tarafından kutsiyet izafe edilir. Bir ÅŸeyden korkan kadın, korkudan mütevellit bir hastalığa yakalanmamak için bir kap ile su götürür, BekimiÅŸ taşının içine kor ve içer. Kadınlarımızın yürek kakması tabir edilen korku hastalığına karşı öteden beri tedavi ÅŸekli budur. Bu taÅŸa izafe edilen kutsallık binlerce sene evveline aittir.,, demektedir. Bu taÅŸ bugün Altınevler semtinde Hidayet Açış ve Hüsnü Boz’a ait evlerin arasında duvar içinde kalmıştır.
AraÅŸtırmacı Ufuk Mistepe Hidayet Açış’ın eÅŸinin: “Göğsü aÄŸrıyan, kalbi sıkışanların o taşın çukurluÄŸunu önce suyla yıkayıp doldurduktan sonra aÄŸrıyan yerlerine sürdüklerini, başı aÄŸrıyan suyu başına, sırtı aÄŸrıyan sırtına sürdüklerini, karnı aÄŸrıyanların içtiklerini, konuÅŸma özürlü çocuklara bu taÅŸtan su içirttiklerini, anlattığını kendi sitesinde yayımlamıştır. Zile’nin en eski gazetecilerinden Hüseyin HoÅŸcan’ın tahmini ölçüsünü yüksekliÄŸinin l00 cm, eninin 80 cm, kalınlığının da 20 cm. Kadar büyük bir taÅŸ, oyuk biçimindekinin de yüksekliÄŸinin 40cm, çapının da 25 cm kadar olduÄŸunu söylediÄŸi ve araÅŸtırmacı Ahmet DivriklioÄŸlu’nun teyit ettiÄŸi, bizim de halen hafızamızda bulunan bu taÅŸ bir, bir buçuk metre yüksekliÄŸinde bir taÅŸtır.
Yalnız dikkatlerden kaçmaması gereken husus. Burada, bekimiÅŸ taşının yanında bir de Sırt taşı denen ve özellikle sırtı aÄŸrıyan, bel aÄŸrısı çekenlerin “Sırtım demir, belim bek„ biçiminde bir sözü yineleyerek sırtlarını sürdükleri sırt taşı denilen bir taÅŸ daha bulunmaktadır.
Duvar içinde kalan taşın Bekimiş Taşı olmayıp, Sırt Taşı olma ihtimali yüksektir.
Bu taÅŸtan baÅŸka Zile’de aynı amaç için ziyaret edilen bir BekimiÅŸ Taşı daha bulunmaktadır.
Bu taÅŸ AraÅŸtırmacı M. Emin Ulu’nun Alperenler Cenneti Tokat adlı eserinde de yer verdiÄŸi ve Zile’de her okula baÅŸlayan çocuÄŸun götürülmesi gelenek haline gelen Muallim Dede ziyareti nedeniyle hepimizin en az bir kere ziyaret ettiÄŸi BekimiÅŸ Dede’dir.
Zile Devlet Hastanesi bahçesinde Muharrem Dede türbesinin karşısında, mezarsız sütun biçiminde bir taş bulunmaktadır. Bu taş, havuz şeklinde bir çukurun içine dikili olup yörede yürek kakması denilen korku hastalığına yakalananların ziyaret ettikleri yerdir. Sütunun dibindeki kurna şeklinde olan çukurluğa su doldurup aldıkları suyu evlerine götürüp üç gün içerlerse şifa bulacaklarına inanılmaktadır.
BekimiÅŸ Dede’nin sütun ÅŸeklindeki taşı halk arasında dilek taşı olarak da bilinir. Ziyarete gelenler önce dilek diler, sonra bu taşı kucaklar, taşı kucaklarken elleri bir birine kavuÅŸanlar dilekleri olacağına inanır.
Bu taÅŸa, mum yakılan mekânda, üzerine adak mumunun artığı sürülmüş küçük taÅŸ yapıştırmak da yine dilek taşı uygulamasının Zile’de yaygın olan biçimidir. Küçük taÅŸ yapıştırmanın yanı sıra aynı mekânda sayıları 20’nin üzerinde küçük çakıl taÅŸlarını dilek tutup ikiye ayırmak ve ayrılan bir parçayı tek olursa, ya da çift olursa ÅŸu dileÄŸim yerine gelecek biçiminde tek çift yapmak da yine dilek taşı uygulamasının bir baÅŸka biçimidir. (Bu uygulamaların Zile ve çevresindeki bazı yatır baÅŸlarında da yapıldığı bilinmektedir.) Sayın Bekir Altındal’ın, sayın Bekir Aksoy’un ve kimi araÅŸtırmacıların ifadeleri ile aynı mıntıkada ÅŸifa amaçlı iki BekimiÅŸ Taşından daha söz edilmektedir.
13-17 Ekim 1986’da Samsun’da yapılan Tarih Boyunca Karadeniz Sempozyumunda bir bildiri sunan Prof. Dr. Münir Atalar’ın Anaitis Meshebini dile getirerek verdiÄŸi bilgilerde de belirtildiÄŸi gibi Hristiyanlığın yayılmasıyla ortadan kalkan Anaitis meshebine inananlardan binlerce kiÅŸi kasım ayının ilk haftası Zile’ye gelerek Anaitis tapınağının etrafında toplaşırlar, papazları dini bir törenle taç giyer, günlerce bu yörede kalarak ÅŸehre bir canlılık getirir, ticari hayatı canlandırırlarmış.
Bu toplantılardaki canlılıkla halkın kilise anlamındaki Deyr sözcüğünden bozarak Deri dediği Zile Panayırı oluşmuştur. Bu panayır geleneği halen sürmektedir. Bu döneme ait en önemli kalıntı Bekimiş Taşıdır. Bekimiş taşından başka bu devreye ait pek çok sütun başlıkları, lâtin kitabeleri, koç heykelleri vb. mabet kalıntısı taş bulunmaktadır. Bu nedenle iyi bir saha araştırması yapılmalı ve şifa amaçlı bazı uygulamalara kaynaklık eden bu taşların tespiti yapılarak belgelenmelidir.
Taşlarla ilgili inanma ve uygulamaların biri de siğil ocağında ocakzadenin siğil üzerine dua okuyarak gücüne inandığı taşı siğil üzerinde gezdirerek siğili giderme olgusu Zile ve yöresinde taşlarla ilgili inanma ve uygulamaların bir başka boyutudur.
Zile’de bazı yaÅŸlı kadınların yeÅŸil renkli yeÅŸim taşı yüzükler taktığına hepimiz tanığızdır. Gücüne inanılarak bilinçli bir ÅŸekilde takılan bu yüzükler sinirleri gevÅŸetici, vücut dengesini saÄŸlayıcı, böbreklerin düzenli çalışmasına yardımcı oluÅŸu ve kanamayı durdurucu özelliÄŸi için takılmaktadır.
Anadolu medeniyetlerinde değerli taşlar çok kullanılmıştır. Dansözler, izleyicilerin seksüel ilgisini çekmek için göbeklerine yakut gibi kırmızı taşlar takmışlardır. Halen, zeberced taşının karanlık yerlerden geçerken duyulan korkuyu yenmek için takıldığı bilinmektedir.
Taşıyana deÄŸerinden dolayı rahatlık, zenginlik ve huzur veren, aÅŸk ve sadakat duygularını kamçıladığına inanılan altının Zile’de ısrarla gelinlere dozu yüksek tutularak takılması da boÅŸa deÄŸildir. Takı olarak kullanılan taÅŸların altında mutlaka bir ÅŸifa unsuru göze çarpmaktadır.
Zile ve yöresinde taşla ilgili inanma ve uygulamalar o kadar çeşitlidir ki örneğin mezar başına mutlaka iki taş dikilir. Bunlardan baş kısmındakinin ölüm, öbür dünya; ayak ucundakinin ise hayat, bu dünya için olduğuna inanılır. Mezarlıkta dua okurkan kabrin ayak ucunda durularak dua okunur. Bu şekilde bu dünyadan, öbür dünyadakine iyi niyet dilekleri gönderildiğine inanılır.
Ölü çıkan evde cenazenin yıkandığı yere irice bir taş bırakılırsa yakın sürede evden ikinci bir cenaze çıkmayacağına inanılır.
Hıdrellezde taş taş üstüne koyarak ev maketi yapanın yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılır.
Zile’de taÅŸla ilgili inanma ve uygulamaların yanı sıra taÅŸ oyunlarının da ön sıralarda yer aldığı görülür. Dokuz taÅŸ, yedi kule, beÅŸ taÅŸ, cüz, kel motah bu taÅŸ oyunlarından birkaçıdır.
Zile ve yöresine özgü olması nedeniyle kel motah üzerinde duracağız.
Eskiden, kaç göçün yoğun olduğu dönemlerde kiraz seyiri gününde bağ kenarlarındaki boşluklarda, kurumuş çay yataklarında, aynı bağa kiraz seyiri için gelenlerle, komşu bağlardaki kadın erkek gençlerin birlikte oynadıkları oyundur.
Bağlara çocukları nişanlı yeni dünürlerin davet edilmesi gelenek gereği olduğundan nişanlısıyla bir araya gelemeyen gençler, oyun nedeniyle bir araya gelmekte, kaynaşmaktadırlar.
Kel motah, taşla oynandığı için ve tehlikesi nedeniyle çocukların oynatılmadığı oyunlardandır. Aileler kızlarını sokağa çıkarmaya, komşu gençlerle konuşmalarına, başkalarının görmesine hatta nişanlıların bir birini görmesine izin vermezken kiraz seyirlerinde kel motah oynamalarına ses çıkarmamaktadırlar.
Bu oyun sırasında da gençlerin kızları, kızların da delikanlıları görmelerine bir nevi olanak tanınmaktadır.
Kiraz seyirlerinin yoğun olarak yapıldığı Çakır Kaya, Kara Dini, kireçli, Meydanlık vb. Yörelerde küme küme bu oyunun oynandığı görülür.
Büyükler arasında oynanan bu oyunda sayışmaca ile ebe seçilir. Oyuna katılanlarda sayı sınırlaması yoktur. En az dört kiÅŸinin olduÄŸu oyunda sekiz – on kiÅŸinin olduÄŸu da görülmektedir.
Herkes kendine uygun orta büyüklükte, yarım, bir, iki kilo gelebilecek bir taş alır. Ortaya irice bir kaygan taş yerleştirilir, üzerine de yumruk kadar bir taş konur. Bu iki taşın üst üste konduğu yere kale denir. En az on adım mesafeye de uzun bir çizgi çizilir.
Çizginin ötesinden sıra ile büyük taş üzerindeki küçük taşı kaleyi vurup devirmek için eldeki taşlar atılır.
Taşı (kaleyi) bir kişi vurup devirirse, ebe vurulan taşı sıçradığı yerden getirip büyük taşın üzerine koyuncaya kadar, taşı atıp da vuramayan ve çizginin ötesinde kalanlar kendi taşlarına koşup ya mük diyerek taşlarına ellerini sürerler, ya da taşlarını kapıp koşarak çizginin arkasına gelirler.
Ebe taşı yerine koyuncaya kadar bir iki kişi taşını kapıp geçebilir, ağır kalan birkaç kişi de sadece taşına elleyebildiği için, taşının başında kalır. Oyun henüz taşını atmayan ve taşını kapıp yakalanmadan çizginin ötesine geçenlerin kale taşını vurmak için çizginin ötesinden atışları ile devam eder. Çizginin ötesinden kaleye yaklaşıp ebeye yakalanmadan vurmak da serbesttir. Çizgi ile kale arasında herhangi bir kişi ebeye yakalanırsa o kişi ebe olur, herkes çizginin ötesine geçer ve oyun yeniden başlar.
Ebe tarafından, vurulan ve sıçrayan kale taşı çabucak yerine konur da taşlarını almak için koşanların, veya taşını alıp çizginin ötesine koşanların biri yakalanırsa o ebe olur, oyun yeniden kurulur.
Kimse taşı çizginin gerisinden atıp vuramazsa, ebe ortada durup koşarak taşına varmak isteyenleri tutmaya çalışır. Elbette taşa koşmak için sağdan soldan geçmeye çalışılır. Ebe bir tarafa koşarken öbür taraftaki hızlı davranıp geçer.
Bu oyunda kaleyi arkadan vurmak da serbesttir. Taşının başına geçmiş bir kişi, ebe çizginin ötesinden geçmek isteyenlerle meşgulken kaleyi vurup devirebilir. Kale yıkıkken herkes geçebilir. Ebenin görevi burada hem kaleyi korumak, hem de kimsenin geçmesine izin vermemektir. Kale sağlamken ebe kimi yakalayabilirse ebe o olur. Kimse yakalanmadan çizginin ötesine geçerse, ebe değişmeden oyun devam eder.
Zileye özgü bir oyun olan kel motah, hıdrellez, nevruz, kiraz seyri gibi kırda ve bağlarda ailelerin bir araya geldiği zamanlarda oynanır.
Sözümü taşlarla ilgili bir şiirimle bitirmek isterim. Saygılarımla.
Ç A K I L T A Ş I
Ben bir çakıl taşıydım dere ağzında Binlerce yılı görmüş geçirmiş
Sel sularında yıkanmış yüzü Yazın güneş Kışın kar altında Eriyip akmış
Nice taşlar yakın komşumdu
Yan yana yamaçta
Karda yağmurda benim gibi aşınan
Kimi gerdanlık olan boyunlarda
Kimi
İnce parmaklarda pırlanta adına duran
Seyirine doyamazdım
Kayalar arasından göz kırpan firuzenin
Mavi mavi bakışının
Dağ köylerinde Nazara karşı iyi gelir deyip Çocukların omuzuna dikilen O güzel mavi taşın Seyirine doyamazdım
Donuk kırmızısı içinde akik Bir sevda taşı idi sanki Çobanların Kavalına üflediği Yanık bir türkü gibi
Rahatlık ve huzur veren kehribar
Sarı rengiyle
Tatlı bir uyku getirirdi
Hepimize
Altın renkli topaz Caka satardı Mavi renklisine
Hep peşinden koşulan zümrüt Doğayla bütünleşmiş yeşili içinde En çok beni sever insanlar derdi Doğru da söylerdi hani
Temizliğin ve güzelliğin sembolü Gelin gibi beyaz sedef Taşların arasında belirince
Bir saygı uyandırırdı sessizce
Oltu taşı kara kara parıldar
En çok beni kullanır insanlar derdi Tespihinden
Ağızlığına kadar
Beyoğlu taşı kahkahalar atardı övünerek Benimle aldatırlar insanları Çoğu kıymetli taş diye satarlar Hepinizin rengine boyayıp İnandırırlar
Her türlü ağrıyı kesen bakır taşı
SertliÄŸiyle bilinen granit
Mermer
Necef
Opal
Lal
Her biri bir işe yaradı da Çimentosu çalınmış sıva içine İnşaat harcı olmak düştü bana
Nice taşlar mücevher kutusunda El bebek gül bebek Ben teras katında dökük bir sıva Düştü düşecek
KAYNAKÇA
Muharrem Kaya, Mitolojiden Efsaneye, Bağlam Yay. İst. 2007
Zühre İndirkaş, Türk Mitosları ve Anadolu Efsanelerinin İzsürümü, İmge Kit. Yay. İst. 2007
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, TTK Yay. Ank. 1971
Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yay. İst. 2000
Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşlarla İlgili İnançlar, Kültür Bak. Yay. Ank. 1987
Nilgün Sözer, Taşların Gizli Gücü, Sınır Ötesi Yay. İst. 2007
Mehmet Yardımcı, Türk Halk Edebiyatında Nesir, Ürün Yay. Ank. 2004
Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1971, s. 433
R. Şeşen İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ank. 1998, s.72
Divanü Lügati’t Türk, s. 71
[4] Mehmet Yardımcı, özel arşivi. (Benzer bir varyantı, (Selvi Ülkü derlemesi), Mehmet Yardımcı-Cahit Kavcar, Efsanelerimiz, Malatya l988, s.17-18)